info@ellidokuz.com
Dolar Alış
:
32.4049
Dolar Satış
:
32.4632
Euro Alış
:
34.4266
Euro Satış
:
34.4887
Aranıyor, lütfen bekleyiniz...

Er Rahman - 3

(55/15
ve hale¬kal canne min maricin min narin  
 “ve maric/dumansız/yalın nar/ateşten cinleri halketmiştir.”
“Cinleri de yalın bir ateşten yaratmıştır.”
 
Cenab-ı Hak insanın oluşumunu yukandaki ayetlerde iki asıl üzere belirttikten sonra bu ayette de cinlerin oluşumunu anlatmaktadır. 
Ve görülen odur ki; cinlerin “Rahmaniyet” mertebesinde yerleri yoktur. Sadece zuhur mahallerinde yaşantıları vardır. 
 
Bu şu demektir ki insan mertebesine ulaşamazlar ve Hakk’a yakınlıkları çok gerilerdedir. Belki bu yüzden insanları “Rahmaniyet” mertebesinden düşürmeye çalışırlar.
 
Yalın bir alev olan bu varlıkların ana malzemesinin özelliği yakıcılığıdır. Kendilerinde başka unsurların olmayışı onlarda tek yönlü bir hayat ortaya getirmekte ve aralarında çok çeşitli yaşantılar bulunmamaktadır. 
 
İnsan ise  
- “zat” mertebesi (batın yönü) itibariyle “Allah” ve “Cami” isminin zuhuru;
- “sıfat” mertebesi itibariyle “Rahman” isminin zuhuru; 
- “esma” mertebesi itibariyle “Selam” isminin zuhuru;
- “ef’al” mertebesi itibariyle “Melik” isminin zuhurudur. ve 
- “cismi” itibariyle de ağırlıklı toprak olmakla beraber kendinde (su ateş ve hava) bulunmaktadır. 
Yani kendisinde bir miktar cinnî özellik de bulunmaktadır. Fakat cinlerde insani özellik bulunmamaktadır. 
 
Bu yüzden insanlar hakikatleri itibariyle cinlerden çok üstündürler. Eğer insanda “ateş” diğer unsurlardan daha ağır basarsa onda ağırlıklı olarak cinnî ahlak yaşantısı ortaya gelebilmektedir. 
 
Onların hayat kaynağı “Aziz” “Cebbar” “Mütekebbir” esmalarıdır
insanda ise bütün esma ve sıfatlar mevcuttur.
 
İnsanda mevcut olan “vehim” ve “hayal” cinlerin saldırı bölgesidir. Onların tesiri altına girmemek için vehim ve hayali gerçek ilim ile yönlendirmek gerekmektedir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[“Cann”  “nun”un şeddelenmesiyle “cin” demektir. “Malih” ile “milh” gibi ikisi de vasıftır. 
Burada “insan”dan murad “Adem” (a.s) olduğuna göre “cann” da “cin”in babası demektir. Bazıları bunu Mücahid’den naklettiği gibi burada “cann” cinlerin babasıdır.]
 
Başlangıç itibariyle bütün insan cinsi “salsal”den yaratılmış olduğundan “insan”dan kasıt “Adem” (a.s) değil insan cinsi olduğu gibi  
“cann”dan kasıt da “cin” cinsidir. 
 
Kur’anı Keriym  Hicr  Suresi 15. sure 27. ayette     
 
vel canne haleknahü min kablü min narissemümi
“ve cann/cinleri kablü/önceden semum/vücuda nüfuz eden (sam yeli gibi yakan) zehirli sıcak nar/ateşten haleknahü/onu/kendisini halkettik
“Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık” buyurulduğuna göre  
demek ki Allahu Teala insanı yaratmadan önce “cann” yahut “cin” denilen mahlukları yaratmıştır. 
 
Burada “maric” iki mana ile tefsir olunmuştur. 
Bazıları       halis ateş dumansız safi alev demişler;
bazıları da dumanlı bir ateş demişlerdir. 
 
Velhasıl biz insanların gözlerine adet olduğu veçhile görünmeyen gizli bir takım hayat kuvvetleri hayati unsurlar yaradılmıştır ki bunlara “cann” ismi verilmiştir.
 
 
(55/16
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Ey inanlar ve cinler! Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Kur’anı Keriym  Zariyat Suresi 51. sure 56. ayet-i kerimede: 
ve ma halaknel cinne vel inse illa liy’abüduni
“ve cinleri ve insanları illa/ancak istisna bana ibadet/kulluk etsinler için/diye halkettim.”
“Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye halkettim.” 
buyurulmuştur. 
 
Bazıları bu ayette geçen “liyağbudün” kelimesini “liyağrufün” olarak da ifade etmişlerdir. 
İbadet ehli yaptığı ibadetlerin neticesinde o ibadetinin irfaniyetine de ulaşması gerekmektedir. Kemalat ancak böyle oluşur.
 
Cenab-ı Hakk’m cin ve insanlara verdiği en büyük nimet “ibadet” ve “irfaniyet”tir. 
Çoğunlukla bu görevlerinde ihmallik gösteren cin ve insanlara bu görevleri hatırlatılmakta ve diğer nimetlerle birlikte yalanlanmaması lazım geldiği şiddetle ihtar edilmektedir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır yukarıda aynı ayet geçtiği için olmalı ki buradaki 16.inci ayet hakkında yorum yapmamıştır.
 
(55/17
rabbül meşrikayni ve rabbül mağri¬beyni
“iki meşrik/doğunun Rabbidir ve iki mağri¬b/batının Rabbidir.”
“O iki doğunun da Rabbidir iki batının da Rabbidir.”
 
Genel olarak bu ayet hakkında tefsirlerde özetle şöyle ifadeler vardır: 
En uzun ve en kısa günlerde güneşin doğduğu ve battığı yerler değişiklik arz etmektedir. 
İşte doğuda bu iki sınır “maşrikayni” (iki doğuş)  
       batıda ise               “mağribeyni” (iki batış) olarak ifade edilmektedir. 
 
Bu kısa izahtan sonra biz bu ayetin batini manasını anlamaya çalışalım.
 
“İki doğu ve iki batı” 
Bu oluşumların zahirde zuhur yerleri olduğu gibi batında da zuhur yerleri vardır  
İki doğu veya “doğuş”tan ikincisi gerçek;
tasarruf yaşantısında “Nur-u Muhammedi”nin bir bedenden bir de ruhtan (gönülden) doğuşudur. 
Yani “Nur-u Muhammedi”yi bedensel olarak algılamaya ve bedensel mertebede faaliyete geçirmeye çalışmamız; 
bir de ruhsal olarak (gönül mertebesinde) idrak etmeye ve faaliyete geçirmeye çalışmamızdır. 
İşte bunlardan birisi              “salsalın maşrıkı”  
birisi de yukarıda bahsedilen “ruhaniyetin maşrıkı”dır.
 
1 - Bedensel doğan “Hakikat-i Muhammedi”; 
îman etmek namaz kılmak oruç tutmak haccetmek zekat vermek çevre ile iyi muamelede bulunmak anne babaya karşı hürmetli olmak çocuklara sevgi ve muhabbet beslemek vs. 
Bunları yaparak yaşayan insanın beden güneşi “şark”tan doğmuştur. Bunun akşamı da güzel olur. Güzel yaşanan bir ömrün sonu da güzel olur ki; buna da “hüsnü hatime” (güzel son) denir.
 
2 - Ruhaniyetimizin gerçek ruhumuzun Hakk’ın ruhundan olduğunu idrak ettiğimizde de “ruhani maşrık” yani (ruhani doğuş) gerçekleşmiş olur. 
Bunun neticesinde hayatını bu istikamet üzere sona erdiren kimse de “ruhani batıya” ulaşmış olur. 
 
İki doğunun ve iki batının Rabbi: 
Bedensel ve ruhsal doğuş; 
bedensel ve ruhsal varış. Hakk’ın huzuruna eren Hakk’a ulaşan sondur. 
Bu hal ayrıca “doğusuz” ve “batısız” bir alemin de başlangıcıdır.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[O yaratıcı Rahman yani yalnız insan ve cinin başlangıcından yaratıcı olmakla kalmayıp bütün varlık yönlerinin hatta varlık ve yokluk nimetlerinin hepsinin sahibi ve bütün tekamül (gelişme) mertebelerinin Rabbi’dir. 
Ayetteki iki doğunun ve iki batının manaları şöyle de açıklanabilir:
1 – “Güneş ve ay bir hesap iledir.” ayetinden anlaşılacağı gibi güneş ve ayın doğuları ve batıları demektir. 
2 - Yukarıda da denildiği gibi yaz ve kış mevsimlerinde günlerin uzayıp kısalmasına göre olan doğular ve batılar en son noktalarını zikretmekle aralarındakileri de içine aldığı anlaşılmaktadır. 
Nitekim “bütün doğu ve batı O’nundur.” denildiği vakit bunlar arasında kalan bütün yönler kastedilmiş olmaktadır. 
3 – Nev’i kastedilerek gerek güneş ve gerek diğerlerinin doğuşu demek olabilir ki bununla bütün cisimlerin doğu ve batısına işaret edilmiş olur. 
4 - Arz’ın yukarıda da değinildiği gibi kürevî olması nedeniyle her yarısına nazaran bir doğu ve batıya işaret edilmiş olur ki bunda doğu kabul edilen nokta da aynı zamanda batı; batı kabul edilen nokta da doğu olmuş olur. 
5 - Güneş ve ay gibi görünen ışıklarla akıl ve şuur gibi görünmeyen ışıkların doğuş ve batış noktalarına işaret olabilir ki bunu bir yönüyle üçüncü kısma dahil etmek mümkündür. 
Bunlardan hangisi olursa olsun asıl kastedilen mana; Allah’ın var olan ve olmayan bütün nimetlerin sahibi ve yöneticisi olduğunu beyan etmektedir. 
Görülüyor ki bu ayetler hem nimeti hem kudreti hatırlatmaktadır.
“Nimet”i tenbih şükrü gerektirir; “kudret”i tenbih de nankörlüğe karşı kınamayı takviye eder.]
 
 
(55/18
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Ey inanlar ve cinler! Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Üçüncü defa tekrar edilen ayette 
bu defa da “belirtilen ayetin hakikatini inkar edebilir misiniz?” denmektedir.
 
Nasıl ki zahir güneşinin     doğuşları ve batışları varsa  
           bâtın güneşinin de doğuşları ve batışları olduğunu  
her yeni günün yeni oluşum olduğunu  
bâtında da her ulaşılan yeni bir mertebenin yeni bir doğuş ve kemal olduğunu bu kemalatla Hakk’ın varlığını kendinde bulmaya başladığını  
böylece kendinde ilahi nurun sabah akşam ışıldadığını inkar edebilir misiniz? diye ihtar edilmektedir.
 
(55/19) 
“merecel bæhreyni yeltekıyani
“merecel bæhreyn/çalkalanan iki bahr/deniz - ulu kişi  
tekane/birbirlerine tamamlarlar mahir olurlar mükemmel olurlar” 
“(Suyu acı ve tatlı) iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir.”
 
 
(55/20) 
beynehüma berzahun la yebğıyani
“beynehüma/onların (ikisinin) aralarında
 berzah/aralık/fasıla mani/engel geçit begaye/tasallut etmezler saldırmazlar
 “Aralarında bir berzah “mani” vardır birbirlerinin sınırım aşmazlar.”
 
İki deniz vardır ki birlikte akmakta olup aralarında berzah olduğundan birbirlerine karışmazlar özelliklerim korurlar. 
Bu denizlerin de zahiri ve bâtını vardır  
zahiri yeryüzündeki denizlerde birlikte olan akış  
diğeri (bâtını) ise mana alemi ile ilgili olan akıştır. 
 
Bu akışlar üç beş elli sene değil alemler durdukça devam edecektir.
 
Bilindiği gibi Fransız alimi Jacques Cousteau Cebel-i Tarık Boğazında dalış yaparken bir akıntı fark etmiş. 
Biri sıcak su biri soğuk su; biri acı su biri tatlı su. 
Birbirleriyle sürtünerek geçiyorlar ama birbirlerine karışmıyorlar olduğunu fark etmiş. 
 
Bu oluşum ayetin zahir manasıdır. Eğer araştırılsa dünyanın daha bir çok yerinde bu olguya rastlamak mümkün olacaktır.
 
Jacques Cousteau bir profesör arkadaşına bu yeni buluşunu iftiharla anlatırken arkadaşı bunun yeni bir buluş olmadığını Müslümanların bu olgunun varlığını daha 1400 küsur sene evvel bildirdiklerim beyan etmiştir.
 
Şimdi gelelim bu deryaların bâtındaki hakikatlerine; esasen bize öncelikle lazım olan da budur.
 
Bu iki derya nedir? Niçin birbirlerine geçmez karışmazlar? 
 
İşte bu deryaların 
bir tanesi “Abdiyyet – Ubudiyyet”  
diğeri ise  “Rabb – Rububiyyet” deryalarıdır. 
 
Cenab-ı Hak kendi zatından bu iki özelliği “derya-ı aleme” yayıyor ki bu alemin faaliyet sahası meydana gelsin. 
Bunların biri olmazsa alemin de kıymeti olmaz. 
 
Alemlerin Rabb’ı kendi varlığında gizliydi bilinmiyordu. Bu nedenle de “yok” hükmündeydi. 
Ne zaman ki “insan” meydana geldi yani “o varlığı idrak eden” birisi mey dana geldi; işte o zaman bu alemlerin esas değeri bilinmiş oldu. 
 
Bu alemler evvela var edildi fakat daha henüz “insan” yok idi. 
O zamanlar “Rabb deryası” mevcuttu fakat “Abd deryası” olmadığı için akış tek yönlüydü. 
 
Bu alemin bu deryanın varlığını anlayacak bir varlık lazımdı. Dünya üstüne ayak basan idrakli şuurlu bir varlık olması gerek ki; dünyanın varlığı değeri ve onu var edenin yüceliği anlaşılsın. Aksi halde “var” olsa da “yok” hükmündedir. 
Örneğin insanın evinde bir hazine gizli olsa ve bu hazine bilinmese o hazine ev sahibi için yok hükmündedir. O insan yaşamını fakirlik içinde geçirir. O hazine bilinse onu bulan ve ancak değerini bilen bir insan olursa o hazinenin kıymeti bilinir ve değerlendirilir.
 
Yukarıda bahsedildiği gibi
(55/1-2-3) 
 “er rahmanü  (1)  allemel kur’ane (2)  halekal insane (3)
“Rahman  (1)   kur’an’ı allem/muallim  öğretti. (2) 
  insanı halketti (3)  
“Rahman Kur’an’ ı talim etti insanı halk etti.”
 
İşte insanın var edilişi; abdiyyetin doğuşu “abdiyyet deryası”nın akışının başlangıcıdır. 
 
“Rubübiyyet deryası” ile “Abdiyyet deryası” o kadar iç içe olmasına rağmen hiçbiri diğerinin hukukuna tecavüz etmemektedir İkisinin de hukuku kendi mertebesinde geçerlidir. 
 
Bunların birbirleriyle o kadar yakın ve müşterek bir hayat akışları vardır ki birbirlerinden ayırmak mümkün olmadığı gibi birbirlerine karıştırmak da mümkün değildir. Çünkü araya bir berzah konmuştur ve o iki varlıkta özellikleri itibarıyla sınırlarını bilmektedirler. 
 
Kul (abd) gerçek abd olduğu müddetçe kendi hakikatini biliyor idrak ediyor sınırını tanımlıyordur. 
Rab da Rablığını biliyor sınırını tanıyordur. 
 
Böylece bunlar birbirlerine zulmetmeden birlikte hayatlarını sürdürmektedirler.
 
Ayrıca kul gaflet halinde olup bu hakikatleri idrak etmemiş olsa dahi yine de o mertebenin gereği olan yaşam içerisinde bu deryalar birbirlerine karışmazlar.
 
Jacques Cousteau’nun tespit ettiği tatlı ve tuzlu su akımı ve bunların birbirine karışmadan yan yana akışları Cebel-i Tarık’taki olay bunun zahiri misalidir. Bu ilim adamı bu ayetin süretini insanlık için tespit etmiş. Ama esas murad onu insanın kendi varlığında vücud varlığında yaşamasıdır.
Bu olayı sadece Cebel-i Tarık boğazında değil de insanın kendi boğazında (içinde) özünde varlığında fark etmesi gerekir. 
 
Rabb’in deryası sözü ve kulun kulluk deryası da bu boğazdan geçmektedir.
 
Kul basit bir varlık değildir. O deryaları bünyesinde birleştiren bir varlıktır. Kelime-i Şehadette Rasulüllah (S.A.V) Efendimiz bize bu iki derya olarak tanıtılmıştır. 
 Eşhedü en la ilahe illallah
ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Rasülühu  *(5)
* (5) “Kelime-i Tevhid” isimli kitabımızda geniş malumat vardır
 
Evvela O’nun abdiyyeti (kulluğu) sonra da O’nun Rasüllüğü vurgulanmaktadır. 
 
“Abd”in başı evvela yerdedir sonra “gerçek abd” hükmüne döndüğünde başını “alayı illiyyin”e (yüceliklerin yücelerine) çevirir yer yüzü beşeriyet tabiatından kurtulup “Ahadiyyet”e ulaşır. 
 
Bu büyük bir iştir ve bu sebeple bir bakıma “abd”lık “risalet”ten daha üstündür. Çünkü gerçek abd olmadan risalete ulaşılmağı mümkün değildir.
 
İşte bu abd öyle bir deryadır  
ki illa Allah olan “Zat-ı Mutlak”  
Zat mertebesinden abd ve risalet mertebeleri olarak  
batından zahire doğru ebedi olarak akmaktadır. 
 
Ve her mertebede birlikte oldukları halde yine de birbirlerinin sınırlarını yani tecellilerini korurlar karışmazlar. 
 
Kim ki bu hakikate erişti işte o gerçek kelime-i şahadeti müşahede ile söyleyebilir ve ancak bunlar “Abd”ullahlardır. 
Diğerleri “ehl-i zahir” ve “ehl-i taklit”tirler.
 
İşte bu abd öyle bir deryadır ki; 
“meracel bahreyni yeltekiyan” 
yani yeryüzüne salınan faaliyet sahasında hayatını sürdüren iki denizi birleştiren yaşatan bir varlıktır.
 
“Abdiyyet” ve “Rasüllük” yani “terbiyecilik” vasfı “Rablık” yeryüzünde hayatlarını sürdüren kaynaklarını “Ulühiyyet”ten alan asla birbirlerine karışmayan iki deryadır.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[“Berzah” esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya denir. “Berzah” burada ya bu anlamı ifade etmektedir ya da kudretten herhangi bir sınır manasındadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı aşıp da diğerinin yerini işgal edecek özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm bir tecavüz yapmazlar yapmaya meydan bulamazlar.]
 
(55/21
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Dördüncü defa tekrar edilen ayette 
bu defa da “belirtilen ayetin hakikatini inkar edebilir misiniz?” denmektedir. Yukarıda az da olsa anlatılmaya çalışılan zahir batın oluşumların hakikatini inkar etmeden anlamaya çalışın ve faydalanın diye ikaz ve tavsiyeler vardır.
 
 
(55/22)
yahrücü minhü¬mel lü’lüü vel mercanü
“lülü’lü/inci (parlak ziyalı kıymetli) ve mercan/küçük inci
  minhü¬m/onlardan (ikisinden) harec/ihrac olur çıkar
“Bu ikisinden de inci ve mercan çıkar.” 
 
Bilindiği gibi denizden çıkan bir çok değerin yanında inci ve mercan da çıkmaktadır. 
İnci istiridyelerin içinde oluşur. 
Mercanın ise değişik türleri vardır. Bunlar kayalıklar halinde olduğu gibi bitki türleri de mevcuttur ve genellikle süs eşyası yapımında kullanılır. Kırmızısı daha makbuldür.
 
Acaba bu ayetle Cenab-ı Hakk sadece onları zahiri anlamda mı anlatmak istemiş yoksa batınî manalarını da anlayalım diye mi nazil etmiştir? 
 
Biz daha ziyade ayetlerin batınî manaları üzerinde durmaya çalıştığımız için burada da batınî yönünü anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.
 
Yukarıda bahsedilen iki derya bunlardan çıkan inci ve mercan hangisi hangisinden çıkmaktadır?
 
Abd denizinden çıkan “inci”  
Rab denizinden çıkan da “mercan”dır. 
 
İnci muhabbet ehlinin “göz yaşları”dır. 
Muhabbet ehli gönül deryasında gönül aleminden “Mahbub-u İlahiyye”ye ulaşmak için inci gibi göz yaşları döker İşte o muhabbet ehli aşığın döktüğü göz yaşı incilerinin bir tek tanesi bütün alemdeki incileri satın alır da geriye fazlası da kalır. Hakk’ın indinde arif ve aşık kişilerin dökmüş olduğu göz yaşı incileri bu kadar değerlidir.
Mana alemine (gönül alemine) daldığı zaman abd  
o deryadan (“abdiyyet deryası”ndan) inciler çıkarır. 
“Rabb deryası”ndan da mercanlar çıkarır. O mercanlar dallı budaklıdır İşte bunlar da dal ve budak salan “vahdet ilmi”dir. 
 
Cenab-ı Hakk diyor ki: 
“Ey kulum sen göz yaşı döküyorsun ben de varlığımı sana feda ediyorum sana sırrımı açıyorum gönlümü açıyorum sana vahdet ilminden veriyorum.”
 
O dallı budaklı (mercan’a) şekle “zatî şiryan” (zatî tesir) yani; tesir alış cereyan veyahut akış denir.
 
Mercanın kırmızı rengi ise “kan”dır “can”dır. 
Rabb kuluna can vermektedir. “Sen benim için göz yaşı akıtıyorsun ama Ben de sana o damarlarından kan veriyorum.” 
Bu kan bizim anladığımız manada olan sulu kan değil bütün varlığına sirayet eden “ilahi can”dır. “Rahmaniyet canı”dır. 
 
“yehrucu.....” ikisinden de inci ve mercan çıkar ancak o deryalardan inci ve mercanları çıkaran kimseler gönül alemine dalan mana dalgıçlarıdır. 
Tespih elinde “Allah”ın ismi dilinde gecenin veya gündüzün bir vakti o irfan yolcusu abd deryasının göz pınarlarından “Mahbub-u Hakiki”nin güzelliğim düşünerek çıkardığı incileri karşılığında Rabb’ı da ona Rabb deryasının kapılarım açarak oradan “irfan mercan”larını çıkarmasını sağlar. 
Bunlar kendisi için nadide bir süs ve hem de irfaniyet yolunda paha biçilmez mana hazineleridir. 
Zaman içerisinde yeri geldikçe ve talep edildikçe o inci ve mercanlardan kolye yapılıp hak edenlere hediye edilir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
“Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur. Bilindiği gibi inci ve mercan hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir.”
 
 
(55/23febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Beşinci defa tekrar edilen ayette
bu defa da yine çok şiddetli bir uyan söz konusudur. “Hadi bakalım bu iki deryadan çıkan inci ve mercanları inkar edin bu oluşumları inkar edin.” 
 
Eğer gafletteyseniz “Ey gaflet ehli ayağa kalkın ve uyanın!” Niye bu kadar sert sözlerle karşılanıyorsunuz araştırın bakalım inkar edebilecek misiniz? Kesinlikle bir şey bulamayacaksınız. O halde teslim olun ve inkardan gafletten vazgeçin.”
“Vaktiyle o deryalardan inci ve mercanlarınızı çıkarmaya çalışın. Ölüm döşeğinde son demlerinizde soracaklar; hani incileriniz? Hani mercanlarınız? O zaman elimizde dilimizde gönlümüzde bir şey yoksa ne cevap vereceğiz? Ya Rabbi “şu meşgul etti bu meşgul etti” diye vereceğimiz cevaplar mazeretler asla kabul edilmeyecek ve tekrar tekrar söylenen bu ikazlar hatırlatılacaktır.” Allah keriym idrak hariym.
 
(55/24) 
ve lehül cevaril münşeatü fiyl bahri kel æ’la¬mi
ve  tıpkı æ’la¬m/yüce dağlar gibi fiyl bahri/bahr içinde/hakkında
el cevaril münşeatü/cevari/akan cari olan münşee/gemiler 
(kaleme alınmış şeyler) lehü/ona (onun için)
“Denizde yüzen koca dağlar gibi gemiler O’nundur”.
 
Yukandaki ayetlerde iki denizden söz edilmişti. 
“Bu denizlerde dağlar gibi giden gemiler vücud tekneleri (gönüller) de O’ nundur.” 
Şu gemi falanın şu gemi filanın diye gemileri sahipleniyoruz. Oysa bunlar geçici varlıklardır. 
Varlığın tek sahibi “İlahi varlık”tır. Bunun dışında kimse hiçbir şeye sahip değildir. Fakat “Melik” esmasının bizdeki zuhuruyla geçici olarak her birerlerimize bazı mallar verilmiş biz ise bunların kendi öz malımız olduklarım zannetmişiz. Ancak bu mallar bize dünya nizamı için geçici olarak verilmiştir. Aslında hiç kimsenin herhangi bir varlığı yoktur. Nasıl olsun ki? Hakikatte insanın kendi varlığı dahi yoktur. Bir tek varlığımız var o da Allah’tır. O’nun dışında başka bir şeye ihtiyaç da yoktur. Bu dünyanın alemin sahibi olmak istersen sadece “Allah” de.
 
“Denizde yüzen koca dağlar gibi gemiler” bir başka manada;
Benlik deryasında enaniyetle yüzen koca dağlar gibi şişmiş “nefs-i emmare” sahibi kimlikler gemilerdir. Onların dahi sahibi Allah’tır. 
Ancak onlar bu hakikatten perdelidirler ve gemilerinin yani (vücut) gemilerinin kendilerine ait olduğunu sanıp böylece büyük bir zan ve hayale düşerler. 
 
Yunus balığının karnında yüzdükleri halde gözleri görmediklerinden kendilerini şuurla deryada yüzdüklerini zannederler. 
Vücud gemisi bir gün sahile vurduğu zaman yani tahta tabuta kondukları zaman nasıl bir baştan karaya vurduklarını anlayacaklar fakat çok geç olmuş olacaktır heyhat! Allah korusun.
 
Biz yine ayetin batını yönüne dönmeye çalışalım. Allah’ın varlığını bütün alemde bilen ve kemaliyle müşahede eden sadece “insan”dır. 
 
Abdülkerim Ciyli Hz. “İnsan-ı Kamil” isimli eserinde şöyle diyor: 
“Bir çok şeyi çözdüm bu dünyadaki bir çok sırrı idrak ettim (Yani bir çok inci mercan çıkardım). Ancak bir hususta tereddütte kaldım:” 
“İnsan mı Allah’in aynası  
                                  yoksa Allah mı insanın aynasıdır?”  
“Kim kimde kendini seyrediyor? 
“Allah-u Teala mı insanda cemalini seyretmekte  
                                    yoksa insan mı Allah-u Teala’da cemalim seyretmekte? 
Bu hususta tereddütlü kaldım” demektedir.
Gerçek bir Hak yolcusu “Hakikat-i Muhammedi”nin “abdiyyet” ve “Rububiyet” deryalarında Hz. Muhammed teknesiyle dolaşmaktadır. 
 
- Evvela “Nuh”un teknesine binen salik orada nefsinden necat bulmuş olur.
- Daha sonra “ef’al esma sıfat zat” deryalarından inşa etmeye başladığı ilim ve irfaniyet gemileriyle “Nefes-i Rahmani” rüzgarlarının şişirmeye başladığı yelkenleri ile “Ulühiyet” deryalarında seyrine devam eder. 
 
- Daha sonra “sıfat” limanlarına oradan “esma” oradan “ef’al” limanlarına uğrayarak gemisinin ambarlarını inci  mercan ve ahiret mallarıyla doldurarak gerektiğinde ihtiyaç sahiplerine de hediye ederek şuurlu bir yolculuk yapmış ve o deryalar ve gemilerden istifade ederek tekrar asli vatanına döner.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[“Münşeat” iki mana ile tefsir edilmiştir: 
1 - Bilindiği üzere inşa edilmişler demektir ki gemilerin inşasının ehemmiyetini ve bunun Allah’ın bir nimeti olduğunu gösterir. İnsanlar tarafından inşa edilmiş olması
 
Kur’anı Keriym  Saffat  Suresi 37. sure 36. ayette     
vallahü halekaküm ve ma ta’me¬lune   
“ve (oysa/andolsun) sizi ve amel ettiklerinizi Allah halk etti
“Oysa sizi de yaptığınız (bu şeyleri) de Allah yaratmıştır.”
ayetine göre onların Allah’a ait olmasına mani değildir. ]
 
2- İsmail Hakkı Bursevi ikinci şıkkı şöyle açıklıyor:
[“Yelkenler” demek olan “şûrû” kelimesi “şira”nın çoğuludur. “Münşeat” ın su üzerinde yükselip kendi halinde yürüyen gemiler manasına gelmesi uzak ihtimal olmadığı gibi “Münşeat”ın mahlükat (yaratılmışlar) manasına gelmesi de uzak ihtimal değildir.]
 
 
(55/25) febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Altıncı defa tekrar edilen ayette bu defa değişik bir uyarı yapılmaktadır. 
Su üstünde giden tahta veya demir gemilerin yanında İlahiyat deryasında yüzen beden gemileri de olduğunu ve hakikatte bu gemilerin nefis limanlarında mı dolaştığı yoksa “Nur-u Muhammedi” yükünü mü toplayarak ilahi aşk pazarlarında alış veriş yaptıklarını anlayıp vakit geçirmeden eğer nefis limanlarında dolaşıyorsa hemen o limanları terk edip ilahi limanlara sığınarak güven haline ulaşması gerekmektedir. Yapılan bu ihtarlar o yöndeki karar ve hareketinizi oluşturmaya yardımcı olacaktır.
 
(55/26
 
küllü men aleyha fanin
“aleyha/onun/kendisini üzerine külle men/küllüsü/her kimlik 
fani/yok olmakta”
“ O’nün üzerinde bulunan her “kim”lik fanidir.
 
Esma aleminin hakikatini belirten bu ayet-i kerimeyi daha derinden ve hakkıyla anlayabilmemiz için tecelli ve zuhur zincirini evvela “tevhid-i ef’al” mertebesi itibariyle idrak etmemiz gerekmektedir. 
Bu mertebeyi idraklerimize sunan ayetlerden bir tanesini aşağıda sunuyoruz.
 
Kur’anı Keriym  Kasas  Suresi 28. sure 88. ayette     
 
kül¬lü şey’in hælikün illa vechehü lehül huk¬mü ve ileyhi turce’une
“illa vechehü/O’nun/kendisinin vechi müstesna küllü/her şey helak olacaktır
  hüküm lehü/O’nu/kendisinin ve ileyhi/O’na/kendisine irca/rücu’ döndü-rüleceksiniz.”
 “O’nun vechinden başka her şey helak olacaktır hüküm O’nudur O’na döndürüleceksiniz.”
 
Bu ayet tevhid zincirinin “tevhid-i ef’al” ilk basamağım çok muhteşem ve açık bir şekilde idrak ve basiretimize sunmaktadır. 
Şöyle ki: Ey ilahi hakikatleri araştıran Hak yolcusu ulaştığın şu mertebede şey’iyyet yani eşya dediğin (bireysel şuur dışı) her varlık yok olucudur. 
Ancak bu yok oluş varlıklarının ortadan kalkması itibariyle değil fakat vücutlarının aslında Hakk’a ait olduğunu onların kendilerine ait bir varlıkları olmadığı cihetiyledir. 
Yani onlarda var olan asılları itibariyle bir “esma”nın zuhuru olduğunun sendeki idrak ve yaşantısıdır.
 
Bu hüküm (ayrıca bütün hükümler de) El Hakîm esmasının zuhuru ile O’ nundur. Yani alemlerde oluşan her oluşum bir hikmete bağlı olarak zuhura çıkmaktadır.
 
“O’na döndürüleceksiniz.” Bu da gerçek bir hükümdür. Yani daha evvelce kendinizi ayrı ayrı ve kendine has yaşantıları olan varlıklar zannederken bu mertebede o zanlarınızın elinizden alınarak size ait hiçbir şeyiniz kalmayacak ve aslınıza yani (isteseniz de istemeseniz de) O’na döndürüleceksiniz . 
İşte gerçek bir tevhid eğitimi gören salik bu safhaya ulaşınca “tevhid-i ef’al” bütün şey’iyyet’in Hakk’a ait olduğunu idrak ve fehm eder üzerindeki emanetini sahibine iade eder. 
Fakat bu hali idrak edemeyen kişilerin elinden her türlü varlıkları isteseler de istemeseler de zorla alınıp aslına döndürülürler. Ancak bu çok büyük bir hüsran ve süküt-u hayal olur. Allah muhafaza etsin.
 
Böylece şey’iyyet’in kendine ait bir varlıkları olmadıkları anlaşılınca ortada kalan Hakk’ın vechinden başka bir güzellik değildir. İşte bu hüküm de O’nundur.
 
Hep kitabı Hakk’tır eşya sandığın  
Ol okur kim seyr-ü evtan eylemiş 
diyen kimse ne güzel söylemiştir.
 
Eşya sandığın “Hakk’ın kitabı”ndan yani vechinden başka bir şey değildir. Ancak bu kitabı okuyup vechini de seyr edebilmek için (vatanları seyr) yani ilahi mertebeleri tahsil ederek yaşamak gerekmektedir.
 
Bu kısa izahtan sonra daha iyi anlaşılabilmesi için tekrar sıradaki ayetimize gelelim.
 
(55/26)
küllü men aleyha fanin
“aleyhaonun/kendisinin üzerine külle men/küllüsü/her kimlik 
fani/yok olmakta”
“ O’nun üzerinde bulunan her “kim” lik fanidir.
 
Bilindiği gibi burada geçen “men” (kim) demektir. 
 
Yukarıda incelediğimiz ayette;
[“şey” yani (eşya) helak olacaktır ] deniyordu. 
Yani maddi varlıklar yok olacaktır. 
 
Burada ise [ “kimlikler” yok olacaktır ]  denmektedir. 
 
Eşyayı idrakimizden kaldırdıktan sonra henüz daha “kimler kimlikler” hala varlıklarını sürdürmektedirler. 
 
Bir üst mertebeye geçmek için bu eşyanın “kimliklerini isimlerini esmalarını” ve daha sonra şuurlu varlıkları da ortadan kaldırmamız gerekecektir.
 
Burada bir ifadeye daha çok dikkat etmemiz ve iyi incelememiz gerekmektedir. 
Vahdet hakikatlerinden ve sırlarından haber veren bu ayette “küllü men aleyha” üzerinde her kimlikten bahsedilmektedir. Acaba neyin üzerinde?... 
 
Tefsirlerde genel olarak (zahiren) “dünya üzerinde” diye belirtiliyor ise de aslında O’nun/”Hu”nun üzerinde yani Allah’ın üzerinde demektir. 
 
Bütün alemlerde ne varsa hepsi “Allah” esmasından zuhura geldiğinden bu zat esması bütün varlığı çekiyor demektir. 
 
Hal böyle olunca üzerinde bulunan her “şey’iyyet”  ve “men’iyyet” (kim’lik) zaten asılları Hak olması itibariyle bütün varlıklar Hakk’ın zuhurundan başka bir şey değildirler.
 
Bizim hayalimizden ve şartlanmalarımızdan sonradan var ettiğimiz “şey’iyyet” ve “men’iyyet” (kim’lik) ortadan kalkıp da “fen” yani “fani” olmakta ve asılları olan Hakk’a dönmektedirler. 
 
İşte böylece “Allah” esması bütün esmalara kaynak olduğundan zaten O’nun/”Hu”nun üzerindedirler. 
Fani olan hayalimizdeki zannî değerlendirmelerimizdir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[Yani o arz üzerinde bulunan her kim olursa olsun hepsi yok olucudur. Gerek o gemilerdekiler gerek diğerleri hepsi de o su üzerindeki o yüzen gemiler gibi akıp akıp yokluğa gidecekler ve öleceklerdir.]
 
 
(55/27ve yebka vechü rabbike zül¬ celali vel ikrami 
ve zül¬ celali vel ikram/celal ve ikram zü/sahibi
 rabbinin  vechi ebka/baki kalacak
“Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi bakidir.”
 
İnsanda sonradan oluşan “şey’iyyet” ve “men’’iyyet” değerleri ortadan kalkınca baki kalan “Rabb’inin vechi”dir. 
Nasıl bir Rabb? “Celal ve ikram sahibi olan Rabb”indir.
 
İrfaniyet; bu hakikatlerin özelliklerini gerçeklerini anlayabilmektir. 
Bunları anlamak ise “sırat-ı müstakîm” ve “sıratullah”tır.
 
“Vecih” kelimesinin hakikati ile ilgili olarak diyebiliriz ki;
“Vecih” burada yüz kelimesinden öte bütün varlığının külliyetini zerrelerine kadar kapsamaktadır.
İnsan sadece yüzünü çevirerek bir şeye baktığında bedeni başka bir yöne yüzü başka bir yöne dönmüş olabilir. 
Ancak insan vechini bir yere döndüğünde bütün varlığı ile döner tümüyle yüzü göğsü ayakları hepsi aynı yöne bakar tüm cephesiyle yönelir. 
 
Mana aleminde “Vecih” bütün ruhaniyetiyle varlığı demektir.
 
İşte o sonradan oluşan “şey’iyyet” ve “men’’iyyet” ortadan kalkınca kalan sadece “vech-i baki”dir iyi anlamaya çalışalım.
 
Bu ayette bir başka soru daha akla gelebilir: “Celal ve İkram” sıfatları burada birlikte zikredildi de niye “zül Cemal-i vel İkram” denmedi? 
 
Cemal daha yumuşak bir sıfat olarak bilinir hoş latif ve tabii bir tecellisi vardır. Bu ayette ise şiddet ve hiddet ifade eden. Celal sıfatı kullanılmıştır. 
Çünkü Cenab-ı Hakk ikramını Celaliyyetinin altında gizlemektedir  
 
İkramıma yani keremine ulaşmak için Celalinden geçmek onu tatmak gerekir. Yani şiddetli bir arzu şiddetli bir iştiyak şiddetli bir çalışma şiddetli bir muhabbet şiddetli bir yorulma da gerekmektedir. 
 
Yoksa Cemalin yumuşaklığı ve latifliği ile bu zatî ikramına ulaşmak mümkün olamamaktadır. Lütfedilerek ulaşılsa bile değeri bilinemez.
 
Kur’anı Keriym  Necm  Suresi 53. sure 39 - 40. ayette   
ve en leyse lil insani illa ma se’a
ve insan için illa/ancak say ettiği/çalıştığıdır 
 
ve enne sa’yehü sevfe yüra
ve enne/kesin sa’yehü/onun/kendisinin say/çalışması
ilerde/yakında rüyet edecek/görülecektir
  
“İnsan için çalışmasından başka bir şeyi yoktur ancak çalışmasının karşılığı vardır.”
 
Çalışarak elde edilenden daha güzel bir şey de yoktur. Eğitimde de böyledir İnsan çocuğuna merhamet edip bütün işlerini onun yerine yapsa ileride o çocuk hiçbir şey yapamayacaktır.
Onun için çocuk zorlansa da sıkılsa da onun iyiliği için merhameti Cemal sıfatını bir yana bırakıp onu Celal sıfatıyla eğitmek yönlendirmek gerekmektedir. Ayrıca bunun içinde İrade sıfatı da mevcuttur.
 
Başımıza bir hadise gelir biz onu kahır olarak değerlendiririz. Fakat arkasından lütuf zuhur ettiğini görürüz. 
Bir başka hadise bize lütuf gibi görünür fakat onun da arkasından çok kere kahır zuhur ettiğini görmüşüzdür.
 
Bir şeyin dış yüzüne veya ilk görünüşüne bakıp da bu rahmettir şu zahmettir deyip ayırmamamız gerekmektedir; sonu mühimdir  
 
“Rabb’’ül alemiyn” Celal sıfatıyla hükmedip arkasından ikramını getirmektedir. Bu bir lütuftur.
 
Mü’min gece soğukta sıcakta kalkacak uykusunu veya işini bırakarak namaz vakti gelince onun hakkını vererek eda edecek; parasının bir kısmım zekat olarak cebinden çıkarıp verecek veya eğlenceyi gafleti bırakıp gönül alemine dalarak Allah’ı hatırlayıp zikredecektir. Bunlar hep Celal sıfatının gereği ve tecellileridir oldukça zor ve müşküldür.
“Debbağ” (ham deri terbiyecisi) iyi bir deriyi sevdiği deriyi yerden yere vurur ki; iyice yumuşasın değer kazansın: 
Üzerindeki fazlalıklarını ve yağ zerreciklerim sıyırmadıkça o deri değerli güzel bir deri haline gelemez. 
İşte insan postu da böyledir. Ne kadar nefs tortularından yağ masiva parçalarından temizlenirse o kadar güzelleşir latiflesin; bunun için de Celal tecellisi gerekir ki onun altında ikramı vardır. 
Cenab-ı Hakk da kendine çekmeyi dilediği kullarına böyle Celal terbiyesiyle ikramını sunar. 
 
Allah lafzı söylendiği zaman (celle celalühü) dendiği bilinen bir gerçektir.
 
 
(55/27
ve yebka vechü rabbike zül¬ celali vel ikrami 
ve zül¬ celali vel ikram/celal ve ikram zü/sahibi
 rabbinin  vechi ebka/baki kalacak
“Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi bakidir.”
 
Burası ikinci yani Esma mertebesidir. Burayı idrak eden kişi Ef’al aleminden sıyrılıp. Esma aleminden çıkıp idrakinde daha latif bir aleme geçer. 
 
Burasını Kur’anı Keriym  Bakara  Suresi 2. sure 115. ayet  anlatır ki; 
feeynema tüvellu fesemme vechullahi
 “bu halde nereye tevelle/dönerseniz artık Allah’ın vechi semme/oradadır.”
“Nereye baksanız Hakk’m vechi oradadır.”
 
İşte        “külli şey’’in halikün” eşyanın helak olduğunu idrak eden  
sonra da “küllü men aleyha fan” bütün kimliklerin helak ve yok olduklarım müşahede eden kimsenin yolu buraya ulaşır. 
 
Burada artık kişi nereye yönelse neye baksa ancak ve ancak Hakk’ın vechini müşahede etmiş olmaktadır. 
 
Böyle olmakla birlikte “seyr-i suluk”ta burası son mertebe değildir. Çünkü bir bakan bir de bakılan olduğundan ikilik üzere olan bir görüştür. Henüz daha “vahdet”  “teklik” oluşmamıştır.
 
Vahdet mertebesine ve idrakine ulaşmak için (ki çok zor bir aşamadır) kişi kendini de ortadan kaldırması gerekmektedir. 
 
Bu yaşantıyı Fahri alem Efendimiz Mi’rac gecesinin sabahı sahabe-i kiramına 
“men reani fekad reel Hak”
“kim ki beni rüyet etti gördü bu halde gerçekten Hakk’ı  rüyet etti/gördü”
“kim ki beni gördü ancak Hakk’ı gördü”
yani “bana bakan Hakk’ı görür” sözleriyle bu sırrı ifşa etmiştir. 
 
Burada “ikilik” yani “sen”lik kalkmış sadece “ilahi ben”lik kalmıştır.
 
 
Burada artık manzaramız seyrettiğimiz karşı taraf dediğimiz varlığın hakikati idrak edilmiş. Eşya helak kimlikler fani olmuş; kişi artık nereye baksa Hakk’ın vechini müşahede eder hale gelmiş gayr kalmamış sadece Hak baki kalmıştır.
 
Rasülüllah (S.A.V) Efendimiz “Bana bakan göz” demiştir “her gören” dememiştir. 
Ona bakan sahabenin dışında da bir çok insanlar vardı; kafirler münafıklar vs. Bunlar sadece bakıyorlardı onun hakikatini göremiyorlar ancak o bir ayna olduğundan gafletle bakanlar kendi iç hallerini görmüş olmaktaydılar. 
 
Kim ki beni gördü yani benim hakikatimi gördü benim “Muhammed” ismi altında Hakk’ın zuhurundan başka bir şey olmadığımı anladı; işte o sadece Hakk’ı görmüş oldu.
İşte burası teklik alemidir ve Vahdaniyyet hükmüdür. 
 
Birinci basamakta “eşya” yok olmakta  
ikinci basamakta   “kim”likler yok olmaktadır. 
Bunun neticesinde varlıkta “Hakk’ın vechi”nden başka bir şey görünmemesi 
bunun da sonunda kendinde de Hakk’ın vechini müşahede etmesi ile kişi bu ve konuyla bağlantılı diğer ayetlerin hakikatin idrak etmiş olmaktadır.
 
Bütün bu idrak ve yaşantılar ancak mücahede ve müşahede ile “Celal”den geçmektedir. 
Celal sıfatından celal süzgecinden kişi geçmedikçe bu hakikatleri idrak etmesi mümkün değildir. 
Zaten bu nedenle Cenab-ı Hak ikramını Cemal değil “Celal” sıfatına bağlamıştır. 
Ne zaman “Allah” lafzı söylenmiş olsa karşılığında tabii olarak celle celalühü dediğimiz aşikardır.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[Ey muhatap! Rabbinin yüzü ise baki kalır O celal ve ikram sahibidir. Deki; (vechin) “O’nun zatından başka her şey helak olacaktır.” (Kasas 29/88) ayetinde olduğu gibi Allah-u Teala’nın Zat’ı manasına olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü “zül celali vel ikram” sıfatı “zü” diye merfu (ötreli) olarak “vech” kelimesine sıfat yapılmıştır. Kadi Beydavi “vechi” zat ile tefsir etmiştir ila ahır...] 
 
 
(55/28)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Yedinci defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de 
her “şey’iyyet” ve “men’iyyetin” aslında kendilerine ait bir varlıklarının olmadığını ve onlarda var olan hakikatin Hakk’ın vechinden başka bir şey olmadığını hadi inkar edin bakalım diye gaflet ehlini ve inkarcıları sert bir şekilde uyarmaktadır.
 
 
(55/29) 
yes’elühü men fiyssemavati vel ardı 
külle yevmin hüve fiy şe’nin
semavat ve arzdaki men/kimseler  
yes’elühü/onu/kendisini se’elsual eder/ister 
hüve/o külle yevmin/her yevm/gün  
fiy şe’n/şen (şan tavır ahval hadise) içinde/hakkında
 
“Göklerde ve yerde bulunanlar ondan isterler. 
O her gün yeni bir iştedir/şandadır.
 
Sadece yeryüzündeki varlıklar değil aynı zamanda semavattaki varlıklara da hitap edilmektedir. 
Deniyor ki; Sizin dünyanıza benzer gök yüzünde semada uzayda da yerler vardır ki onların da üzerinde şuurlu varlıklar vardır. Ve bunların hepsi Cenab-ı Hak’tan ihtiyaçları olan istihkaklarını talep etmektedirler. 
 
Abdullah İbni Abbas (r.a)’a sormuşlar: 
“Ey Abdullah gök yüzünde bizim gibi insanlar var mı?”
O da cevaben: 
“Evet orada da İbni Abbas’lar vardır” demiştir. 
 
Tebareke-i Şerifede mealen: 
“Siz bunların boşuna mı halk edildiğini zannediyorsunuz? Başınızı çevirip tekrar tekrar bakın; orada bir yarık bir çatlak veya uygunsuzluk görecekmisiniz!” diye uyarmaktadır. 
 
Kendimizi uzayda tek ve yalnız zannetmemiz çok yanlış olurdu. Bu varlık alemlerinde bizler çok şerefli varlıklarız ki bizleri muhatap alıp bize hitap edilmektedir. 
Bize halife rütbesi verilmiş ve bizim cinsimizden bütün bu alemlere rahmet olan Habibini halk etmiştir. 
 
Yeryüzü ve semavatta madenler nebatlar hayvanlar insanlar v.s. varlıklar vardır. Bunların hepsi kendi mertebelerinden kendi ihtiyaçlarını talep etmektedirler.
Bu talepleri ise kendi zatlarından özlerinden olmaktadır. 
 
İnsan bu talebini; 
zahirinden zahiri için; 
batınından batını için; 
özünden ruhundan ise farkında olmadan fıtratından (var oluş hakikati) talep etmekte yani sual etmektedir.
 
 
“Adem” yönüyle Ademliğini
“Halife” yönüyle halifeliğini
“İnsan” yönüyle insanlığını
“Beşer” yönüyle beşeriyetini
“Nefs”   yönüyle de nefsani hakikatlerini talep etmektedir. 
Bu talepleri neticesinde kendilerinde zuhura gelen tecelliler ile ilahi zuhurlarını ortaya koymaktadırlar. 
Böylece en geniş manada “Allah” esmasının zuhuru ortaya gelmektedir. Böylece de ondan en güzel talep sual edilmiş olmaktadır.