info@ellidokuz.com
Dolar Alış
:
32.4747
Dolar Satış
:
32.5332
Euro Alış
:
34.8231
Euro Satış
:
34.8859
Aranıyor, lütfen bekleyiniz...

Er Rahman - 4

(55/29) 
külle yevmin hüve fiy şe’nin
“hüve/o külle yevmin/küllü/her yevm/gün  
  fiy şe’n/şen (şan tavır ahval hadise) içinde/hakkında
“O her gün yeni bir istedir”
 
“Fusüsu’l Hikem” adlı eserinde Muhyiddin-i Arabi Hazretleri bu ayet hakkında şöyle demektedir: 
“Vücud-u mümkinat varlıkların suretlerini Hakk’ın zuhurundan var etti. Ve bu zuhur ise Tecelli-i Hak’tır. Tecelli-i Hak’ta başka (gayrı) yoktur. Tekrarı dahi yoktur.”
 
 “Vücud-u mümkinat” yani “her an değişimde olan mevcut varlık” Hakk’ın her mertebede o mertebenin gereği olan faaliyet ve görüntüyü ortaya koymasından ibarettir. 
Ve bütün bu varlıklar bir oluşum ve değişim içindedir. Mevsimler bitkiler hayvanlar her an her yerde bir şeyler değişmektedir.
Atomlar dahi sabit değildir. Zaman ölçümüzün temeli olan bir saniyede atomlar dokuz (9) milyon küsur defa titreşmektedirler. 
Nasıl bir düzen?... Ne muhteşem bir ilahi program!.... 
 
Cansız dediğimiz madenleri meydana getiren atomlar dahi akıl almaz bir hızla hareket etmektedirler. Biz ise bunu göremediğimizden onlara cansız hareketsiz varlıklar diyoruz.
 
Dünyayı canlı ve cansız varlıklar olarak ikiye ayıran tabiatçıya bir arif kişi; 
“eğer taş toprak cansız dediğiniz bu dünya cansız ise insan gibi bir canlıyı nasıl meydana getiriyor?” diye sormuştur
 
İnsan kendisi için bir program yapar; bazıları tutar bazıları tutmaz. Fakat ilahi program altı (6) milyar küsur insanı sayısız galak ve gezegenleri melekleri cinleri hayvanları madenleri bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün alemlerindeki yaşantıları kendi zuhurları ve düzeni içinde hiç aksatmadan sonsuz olarak sürdürmektedir.
 
 
 
 
Her an bir değişimde olduğu halde o kadar düzenli olan bu değişim hakkında
Kur’anı Keriym  Mülk  Suresi 67. sure 3. ayette    
 
elleziy haleka seb’a semavatın tıbakan 
ma tera fiy halkırrahmani min tefavütin 
ferci’il¬ basare hel tera min füturin
elleziy/o zat ki seb’a/yedi (7) semavatı tabaka tabaka halketti
rahman halkiyeti içinde/hakkında 
min tefavütin/uygunsuz aykırı bozuk çelişki düzensiz  
rüyet edemez/göremezsin 
artık (haydi) basar/gözü görmeyi rücü et
hel/..mi  era/rüyet ediyor/görüyor musun 
min füturin/fütur/çatlak yarıktan  
“Bakın bakalım gök yüzünde bir uygunsuzluk bir çatlak görebilecek misiniz?” buyuruldu. 
 
Çünkü her an bütün alemde ve varlıklarda değişimde “şe’nde” olan bizzat O’dur. Bütün suretler zuhurlar “Tecelli-i Hak”tan başka bir şey değildir. Ve bu “Tecelli-i Hak”ta “baka” yoktur: Hiçbir şey sabit değildir.
 
Bir televizyondaki görüntüyü düşünürsek; bir saniyede yirmi iki (22) ayrı görüntü sunulmaktadır. Bunu sunabilmek için binlerce devrenin çalışması değişmesi gerekir ki; biz bu görüntüleri hareketli olarak seyredebilelim. O ayrı ayrı görüntülerde aksama olsa sayısı azalsa veya çoğalsa bütün düzen ve görüntü bozulur.
 
İşte alemde saniyede yirmi iki değil dokuz (9) milyon küsur titreşim değişim hareketi olmaktadır. Bu suretle biz taşı taş; toprağı toprak olarak görüyoruz. 
Bu alem ekranında Hakk’ın zuhurları devamlı olarak oyun sahnesinde oynamaktadırlar. Bu ayet-i kerime bize bunları anlatmaktadır.
 
“Tecelli-i Hak”ta “baka” olmadığı gibi tekrarı dahi yoktur. Aynı tecelliyi iki defa tekrarlamaz bir varlığa iki defa aynı tecelliyi yapmaz. Bunları çok iyi anlamamız gerekmektedir. 
 
Kur’an-ı Kerim dinimiz bize tüm hakikatleri anlatmaktadır. Tefekkür etmemiz gerekir. Eğer Kur’an’da seçilen muhatap akıl sahipleri bizler isek yaptığımız ibadetlerimizin sadece zahir ve şekilden ibaret olmadığım bilmemiz gerekmektedir.
 
Ne yazık ki İslamı iyi anlayamadığımız için iyi de anlatamıyoruz. Elimizde istediğimiz kadar büyük hazineler olsun biz onun küçücük bir parçasını kullandıktan ve fakir yaşadıktan sonra neye yarar.
 
Kur’an-ı Kerim’i ve içindeki hakikatleri farkında bile olmadan. batılılar bizden daha çok inceleme ve araştırma yapıyorlar. Bu yüzden teknikte doğululardan ilerideler.
Muhyiddin-i Arabi gibi deryaların dalgıçlığını yapan kimselerin sayılarını arttırmamız lazım gelmektedir.
 
O zat hakkında bir batılı araştırmacı demiş ki: 
“İçinizden bir adam bir derya çıkmış... onu da siz kabul etmemişsiniz”
Neden? Çünkü hakikatleri anlatıyor. Şekilciliğin teferruatından öte öz ve hakikatleri anlatmaktadır. Bizler kabullenemiyoruz; hakikat ilmini görmek istemiyor dinimizi birkaç zahiri kuralla sınırlayıp hareketsiz bir sistem olarak görmek istiyoruz. Belki işimize öyle geliyor Böylece nefsimiz de gaflet ile daha rahat hareket edebiliyor
Ancak yine de; “O her an yeni bir şe’ndedir.” Zuhurunun şiddeti kendisine perde olmaktadır.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[“Göklerde ve yerde bulunanlar O’ndan isterler” 
Gerek sonradan meydana gelmeleri gerekse aynı hal üzere kalmaları ve diğer halleri itibariyle muhtaç oldukları her dileği O’ndan isterler. Gerek davranışla ve gerek sözle olsun daima O’ndan ister dururlar. Çünkü kendi kendilerine ve mümkün olan hakikatlerine nazaran var olmaya asla hakları yoktur. Bu yüzden her an O’ndan isterler
“O her gün yeni bir iştedir” 
Ya celale veya ikrama bağlı bir iştedir ki; onlara istediklerini vermek de bu cümledendir. Zira Hak Teala üstün hikmetlerine dayalı dileği gereğince her an nicelerini yok eder ve nicelerini var eder nicelerini de zengin kılar. Bazı halleri giderir bazılarını getirir  
İbnü Mace İbnü Hibban ve bazı hadis alimleri Ebu’d-Derda (r.a)’tan rivayet etmişlerdir ki; 
Hz Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: 
“Günahları affetmek sıkıntıları gidermek ve bir takım insanları yükseltip bir takımlarını alçaltmak da O’nun şanındandır.” İla ahır....]
 
 
(55/30)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Sekizinci defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de; 
bütün varlıkların O’na muhtaç oldukları her ne kadar bütün varlıklardan O zuhur ediyor ise de zuhur ve tecellisini kestiği anda hiçbir varlığın varlığının ortada kalmayacağı aşikar olduğundan hadi sizdeki tecellilerimi inkar edin bakalım diye meydan okumaktadır. 
 
Bu alemin devamı yenilenme ile mümkün olduğundan bu yenilenmeye şiddetle ihtiyaç vardır. Her an yokluğa giden bu alem “şe’n”ile tekrar yenilenmektedir. Hadi bunları inkar edin bakalım diye ihtar edilmektedir.
 
 
(55/31) 
“senefrüğu le¬küm eyyühes sekalani”
leküm/sizin için yakında biz efrag/fariğ/boş kalacağız 
eyyühe/o sekalayn/iki ağırlık siklet
“Ey insan ve cin! Sizin de hesabınız.! ele alacağız ”. 
 
Yukarıda bahsedilen ayetlerde; 
“göklerde ve yerde olanlar ondan isterler” 
ve “O her gün yeni bir iştedir”  ifadeleri içerisinde insanlar ve cinler de vardır. 
Bu ayette insan ve cin gizli olarak “sakaleyn” kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu ifade iki ağırlık demektir. 
Bu da iki türlüdür. 
Birincisi; insan ve cin topluluğunun ağırlığı  
diğeri ise her iki varlıkta da iki oluşumun ağırlığıdır. 
 
Bunlardan birisi; kendilerinde bulunan “nefsî varlıkları”  
diğeri de “ilahi varlıklarıdır” 
 
Birinci ağırlıkları; her iki varlığın da bir yönlerinin “anasır-ı erba’a”dan  dört unsurdan (toprak su ateş hava) 
insanda toprak ağırlığı  
cinde ise ateş ağırlığıdır  
 
ikinci ağırlıkları ise maddi değil manevi sorumluluktur. 
Yine insanda ilahi nefha “ve nefahtü” ve “Ruh’ul Kudüs”ün manevi ağırlığı; 
cinde ise varlığında “melekiyyet” hassası da olduğundan onun manevi ağırlığını oluşturmaktadır.
 
Bu iki özelliği bünyelerinde toplayan bu varlıkların hareketleri de iki özelliklerinden birinin tesiri ile zuhura gelmektedir. 
Kendilerinden meydana gelen fiiller; 
toprak veya ateş ağırlıklı ise nefislerine
 ruhi ve meleki ise Rab’larına bağlanmaktadır.
 
Ferağ; lügatta boşalmak demektir. “Senefrugü leküm” kelime manası ile “sizin için yakında boşalacağız”dır. 
 
Yani “ey insan ve cin yakında yani kıyamet hadisesi ile sizlerdeki tecelli ve şe’nlerimi keseceğim boş olacağım. Bundan sonra ahiretin hesap kitap zamanı gelecek işte o zaman dünya günlerinizdeki fiillerinizin nefislerinizden çıkan toprak ve ateş kaynaklı aşağılıklı olanlarının hesabını vereceksiniz şimdiden dikkat edin ” diye uyarılmaktadırlar.
 
Ayrıca Hz. Rasülüllah’ın bir adı da “Rasul-u Sakaleyn”dir. Yani iki ağırlığın da Rasülüdür. 
Çünkü kendi gerçek varlığında “Hakikat-i Muhammediyye” onlarda da mevcuttur.
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor. 
[“Ferağ” lügatta boşalmak demektir. Buna göre bir meşguliyetten boşalmak sonradan bir meşguliyeti gerektirir. Halbuki Allah Teala’yı hiçbir iş diğer bir işten alıkoyamayacağı için burada özellikle ahiret işleri olan hesap ve cezayı ifade etmek üzere bu suretle bir benzetme veya kinaye yapılabilir. Yani bu günkü dünya işleri geçecek bu dünya hayatı ve nimetleri yok olacak bu mühletler hoş görüler tükenecek yarın Allah’a dönüşle mücerret sorumluluk hesap ve ceza için huzura geleceksinizde sırf sizin işinize bakılacak sizin sorumluluğunuzun gereği yapılacaktır.
 
Devamla “sakalan” yahut “sakaleyn” iki sekal’dir. Bundan sonraki ayette de açıklanacağı üzere insan ve cinnin bir adıdır. 
“Sekal” yük ve ağırlık demektir. İla ahır........]
 
 
(55/32febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
 Dokuzuncu defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de
insan ve cinlere nefsani varlıkları ile hareket ettikleri takdirde ceza görecekleri ifade edilmektedir. Hadi devam edin elinizde ise bundan kurtulun bakalım diye kendileri ikaz edilmektedir
 
 
(55/33
ya ma’şerel cinni vel insi 
inisteta’tüm en tenfüzu min aktaris semavati vel ardı fenfüzü 
la tenfizüne illa bisultanin
ya maşerel cinni vel insi/ ya el cin ve el ins aşiret/opluluğu 
“semavatın ve arzın
katarlarından/kuturlarından(damlamalarından bölgelerinden)
enfez/ içinden geçmenize  
eğer tavea/takat güç yetirirseniz  
artık/haydi enfez/içinden arasından geçin 
illa/ancak bisultanin/sultan/delil kudret ile (müstesna) enfez/içinden geçersiniz
 
“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz”
 
 
Yukarıdaki ayette “sakalan” diye ifade edilen varlıklar 
burada  isimleriyle “ey cin ve insan toplulukları” diye belirtilmektedirler. 
 
Bunlar şuurlu kısmen müstakil hareket edebilen mükellef varlıklar olduklarından hitap sadece onlara olmuş melek ve hayvan gibi varlıklara bu hitap olmamıştır.
 
Evvela kısaca cinleri ele alalım. Onlar arzın dışına çıktıkları halde acaba bu hitaba niye muhatap oldular? 
 
Hz. Rasülüllah (S.A.V) Efendimizin doğumundan kısa bir süre sonra 
 
Kur’anı Keriym  Hicr  Suresi 15. sure 16-17. ayette bildirildiği gibi
 “ve lekad ce’alna fiyssema’i burucen ve zeyyennaha linnazıriyne”
ve lekad/elbette gerçekten (andolsun) 
sema içinde buruc/burçlar cae/kıldık oluşturduk
ve nazir/nazar edenler için 
zeyyennaha/onu/kendisini tezyin ettik (süsledik)
 
ve hafıznaha min külli şeytanin ræciymin
 ve külli/her racim/recm edilmiş taşlanmış kovulmuş) şeytandan
hafıznaha/onu/kendisini hafız/muhafaza ettik (koruduk)
“şeytanların göğe çıkması yasaklanmıştı.” 
 
Kur’anı Keriym  Bakara  Suresi 2. sure 34. ayette
illa ibliyse eba
illa/sadece iblis ebey/dayattı küçümsedi
“İblis secde etmedi.” 
 
Kur’anı Keriym  Bakara  Suresi 2. sure 36. ayette
feezellehümeşşeytanü anha
fe/bu halde şeytan  lehüm/onlar için (ikisini) anha/ondan/oradan
zele/kaydırdı ayağını hata/yanlış yaptırdı
“Şeytan ayaklarım kaydırdı.” 
 
Kur’anı Keriym  Kehf  Suresi 18. sure 50. ayette
illa ibliyse kane minel¬ cinni
illa/ancak iblis cinden kane/idi
“İblis cinden idi” ifadeleriyle belirtilen iblis şeytan cin “ateş” yapılı yaklaşık aynı karakterler taşıyan varlıklar olduklarından bu ayette hepsinden “ey cin topluluğu” diye söz edilmektedir. 
 
Nasıl ki kuşlar havada uçmak suretiyle arzın dışına çıkamazlar çünkü uçmalarını sağlayan hava tabakası da arza ağlıdır. 
Cinler de ateş yapılı olduklarından ateş dahi arza bağlı elduğundan bireysel ve vasıtasız olarak arz hudutlarının yer çekiminin dışına çıkamazlar.
Ancak vasıtalı olarak “ufo uçan daire” gibi vasıtalarla gökte bir miktar yükselme kaydetseler de semavatın dışına çıkamazlar.
Cinlerden “Halife” de gönderilmediğine göre bu yolla da semavatın dışına çıkamazlar.
İblisin    ; secde etmemek insana yanlış kıyas yaptırmak  
Şeytanın; ayak kaydırmak vehme düşürmek  
Cinin     ; göğsüne vesvese vermek iç (ruhsal) yönünün dengesini bozmak
 gibi faaliyetleri vardır.
 
İnsanlara gelince; bunların semavatta yükselme kaydetmeleri “zahir” ve “batın” olmak üzere iki türlüdür. 
Bu ayete dayanarak bazı tutucu ilim adamları hiçbir zaman zahiren arzın dışına çıkılamayacağını beyan ettiler. 
Ancak 1969 senesinde dünya aktarından (kutrundan) çıkıp aya ulaşıldı. Bu da insanların çalışması sonunda bu düzeyde “illa bi sultan” (sultan gücüne ulaşmakla) olmuştur. 
Bu yükseliş ise belirli bir yere kadar devam edip gidecek fakat semavatın dışına çıkılamayacaktır.
 
Zahir ve batın bu aktarların dışına “sultan gücü ile” çıkan ilk insan “İdris” (a.s) daha sonra da en kemalli bir şekilde “Hz. Muhammed” (a. s) olmuştur.
Batini yönüne gelince; buda üç yönlüdür. 
Biri    beden aktarından  
diğeri nefs aktarından  
üçüncüsü de ruh aktarından çıkmaktır 
 
1 - Beden varlığından çıkmak için onu iyi tanımak gerekir. 
Bu yolda yapılan ibadetler (namazlar oruçlar zikirler sohbetler v.s) şuurlu olmak kaydıyla hep beden dünyasının aktarından çıkmak içindir. 
Toprak su ateş hava unsurundan ibaret olan beden dünyamız gaflette olduğumuz müddetçe bizi kendi içinde hapiste “siccinde”  tutmaktadır. 
Buradan kurtuluşu; “Süre-i Yusuf”ta Yusuf (a.s)’ın kuyudan ve hapisten kurtuluş hadisesinde görmekteyiz.  Buradakı “sultan gücü” bu hali idrak etmektir.
 
2 - Nefs aktarından çıkmak ise  
“ilahi eğitim” (“seyr-i sülük”) neticesinde 
“emmare” “levvame” “mülhime”  
“mutmeinne” “radıye” “merdiyye”  
“safiyye” mertebelerini ve duygusal yaşamı aşmak suretiyle oluşmaktadır. 
 
Az yukarıda belirtilen “küllü şey’in halikun” ayetinde belirtilen “şey’iyyet” in  yani eşyanın hakikatini anlamak suretiyle mümkün olmaktadır. 
Bu babta Hz. Mevlana
“Ne suç işlemişiz ki bu dünya hapishanesine konmuşuz? Burada bulunmamızın sebeb-i hikmeti birkaç mahpusu bu zindandan (nefs zindanından) kurtarmak içindir ” diye ifade etmiştir. 
 
İşte “İnsan-ı Kamil”den kim bu yardımı almışsa ona “sultan gücü” ulaşmış ve o güçle “nefs aktar”ını aşmış olur.
 
3 - Ruh aktarından çıkmak ise
yine “ilahi eğitim” ile “seyr-i sülük”a  devam etmek ve “Hazerat-ı Hamse” (Beş Hazret) mertebesini aşmak suretiyle mümkün olabilmektedir. 
Ruh gemisini kapsül yaparak semavat ve gönül aleminde seyre çıkarak “Sidretü’l Münteha”ya  (alemin son sınırına) ulaşır. 
Cebrail’in durduğu yerden geçerek kendisinde bulunan “Hakikat-i Muhammedi” sayesinde “yanarsam ben yanarım” diyerek ilahi hakikate ulaşmış olur. 
Burada kendisinde faaliyete geçen “Allah” esması onun alemlerin dışına çıkmasına sebep olan sultan gücüdür.
 
“Allah” esmasının zuhuru bütün alemlerde geçerli ve alemler üstü de bir özelliği olduğundan kimde “Allah” ismi manen zuhura gelirse o kimse bu alemlerin kutrundan çıkmış olur. 
Böylece “mi’rac” hakikatini idrak ederek hadis-i şerifte bildirilen “Benim Allah ile öyle bir anım olur ki oraya ne bir melek-i mukarreb ne de bir nebi-i mürsel giremez ” diye ifade edilmiştir.
 
Meseleye “Vahdet-i Vücud” (vücudun birliği) yönüyle baktığımızda; bütün bu alemler Hakk’ın varlığında Hakk’ın vücuduyla mevcud olduklarından ayrıca başka bir alem de olmadığından esasen hiçbir şekilde semavat ve arzın dışına çıkma imkanımız yoktur. 
Bu çıkış batini olarak beşeri anlayışımızdan “şey’iyyet” ve “men’iyyet” imizden çıkmaktır.
 
Yukarıda belirtilen aşamaları yapamayan kimseler semavat ve arzın kutrundan çıkamayıp kendi “siccin”inde  (hapishanesinde) ebedi olarak yaşarlar. Kendi gerçek hakikatlerini idrak edemezler. Gurbette ve firkatte kalırlar.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[Bu emir muhatapları aciz bırakmak içindir. Fakat çıkamazsınız bir sultan olmadıkça. Yani bütün o göklerin ve yerin kuvvetlerim mağlup edecek başka bir kuvvet ve saltanat olmadıkça çıkamazsınız. Zaten öyle bir kuvvetiniz de yoktur. Cin ve insan kendilerine “sekalan” ismi verilecek kadar itibar ve şöhrete sahip olmakla beraber bütün şu yer ve gök kuvvetlerinin üstüne çıkacak derecede bir kuvvet ve saltanatı elde etmiş değillerdir. Onun için çıkamazsınız. Daha doğrusu Allahu Teala tarafından bahşedilecek bir kuvvet veya bir emir olmadıkça çıkamazsınız kaçamazsınız denilmektedir.]
(55/34)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Onuncu defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de; 
insan ve cinlere bulundukları hal ve mekandan kendi güçleri ile çıkamayacakları açık olarak bildirilmekte ve “sultan gücü”ne talip olmaları tavsiye edilmektedir. Gerçek ilahi kimliklerine ulaşabilmelerinin sultan gücünü faaliyete geçirmeleri ile mümkün olduğu açık olarak belirtilmekte; bunun ilahi bir eğitim olduğu kazanılmasının ciddiyetle çalışmaya bağlı olduğu bildirilmektedir.
 
 
(55/35)
“yürselü aleyküma şüvazun min narun ve nühasün 
  fela tentesırani
“nardan/ateşten şüvaza/alev (şevk gayreti) ve nühas/alevsiz dumandan  
  üzerinize irsal edilir/gönderilir 
  bu halde la tentesırani/savunamaz destek olamazsın
 
“Üzerinize ateşten alev ve duman gönderilir kendinizi savunamazsınız”.
 
Cin ve insan topluluklarının özelliklerinden olan ateş arttıkça bulunduğu yere zarar vermeye başlar. 
Eğer azaltılmazsa kendini de yakar yok eder. 
Bu ateş dengelenmezse “nur”a ulaşılamaz. 
 
Allah’a ulaşmak için varlığımızda mevcut olan ilahi “nur” ve “ruh”u  ortaya çıkarıp güçlendirmek zorundayız. Başka türlü yukarıda bahsedilen yerleri aşmak mümkün olmamaktadır.
 
İşte kendinde bulunan ilahi hakikatleri zuhura çıkarmaya dönük faaliyetleri gerçekleştiremeyen kimsede nefsani ve bireysel faaliyetler ortaya çıkacağından bu da ateş unsurunu arttırmış olacağından böylece Hak’tan o nispette uzaklaşmış olacaktır.
 
“Üzerinize alev ve duman gönderilir.” 
“Alev” ihtiras; 
“duman” ise perde ve belirsizliktir. 
 
Eğer Hakk’ın belirlediği hayat düzeninin dışında yaşamaya devam edersek yukarıdaki ayetin hükmü altına girmiş olduğumuzdan üzerimize yani kalbimizin üzerine dünya ihtirası perdelenme ve kargaşa gönderilir de bunu döndürmemiz mümkün olmaz. Ancak “sultan” (ilahi bir yardım) ile bunlardan savunmak mümkün olabilmektedir.
 
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[Ve bir bakır yani erimiş bakır yahut bakır gibi kızıl bir duman veya zehirli bir duman ki; hem yakar hem boğar. Bundan kendinizi savunamaz ve kaçıp gidemezsiniz. Yakalanır ve yakılırsınız.]
 
 
(55/36)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Onbirinci defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de
 cin ve insan topluluklanna kendilerinde bulunan “ateş” özellikleri yönünden hitap edilmekte ve bu hallerine dikkat çekilmektedir. 
Eğer hayatlarım tavsiye edildiği şekilde sürdürmezlerse başlarma gelecek akibet evvelden bildirilip bunun döndürülmesinin de mümkün olmadığı böylece bildirilmiş olmaktadır.
 
 
(55/37)
 “feizen şakkatisssemaü  feka¬net verdeten keddihani
bu halde ki sema şakka/yarılınca/yarılıpta 
bu halde/artık tıpkı dihan/yağlı gibi vered/kıpkırmızı gül olduğunda 
 “Gök yarılıp da erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman.
 
Bu ayette de her ne kadar kıyamet yaklaştığında görülecek bazı hadiselerden bahsediliyor ise de biz yine kendi hakikatimiz yönünden incelemeğe çalışalım. 
 
“Sema yarıldığında” yani insanın beşeriyetinin hayal seması yarıldığında içinden dökülen 
nefs-i emmare (rengi gök ve kül rengi tonları)  
levvame   (rengi kızıl) ve 
mülhime (rengi yeşil) yağları 
aşk ve muhabbet ateşiyle zikr iştiyakıyla gönül tavasında kızarmaya başlayıp evvelki ahlakları buhar olup uçmaya oradan ayrılmağa başlarlar. 
Nihayet yoğunlaşarak geriye kalan öz “Hakikat-i Muhammedi gülü”ne dönüşür. Bu oluşumdan itibaren
 
 
 
Kur’anı Keriym  Fecr Suresi 89. sure 28. ayette     
irci’ıy ila rabbiki
“rabbına değin ircı’/rücu et dön”
“Rabbına dön” hitabına mazhar olur. 
 
 
Böylece hakiki ilahi seması gönül göğü “Hakikat-i Muhammedi gülü” olduğu zaman renkli beşeriyet yağları dökülmüş ve nefsinin o mertebelerinin kıyameti kopmuş olur.
 
Kur’anı Keriym  Kıyamet  Suresi 75. sure 1-2. ayette      
la uksimü biyevmil kıyameti
ve la uksimü binnefsil levvameti  
la/yok yevmil kıyamet/el kıyamet yevm/gün ile kasem/yemin ederim
ve la/yok nefsil levvameti/levvame nefis ile kasem/yemin ederim
 
“Kıyamet gününe ve pişmanlık çeken nefse yemin ederim” hakikati de ortaya çıkmış olur.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[Şimdi tafsilatım anlayamayacağımız beyana sığmaz ne dehşetler ne inkilaplar olacaktır.]
 
(55/38
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
On ikinci defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de
insanın varlığında mevcut olan nefis kirlerinin tortu ve yağlannın belirli çalışmalar sonunda “Hakikat-i Muhammedi gülü”ne dönüşmesinin mümkün olduğunu bunu inkar etmenin mümkün olmadığım belirtmektedir.
 
 
(55/39)
fe¬yevmeizin la yüs’elü an zenbihî insün ve la cannün
“bu halde/İşte o yevm/gün ki ne insana ne de cinne 
zenbihî/onun/kendisinin günahından sorulmaz
 bu halde ki ne insana ne de cinne zenbihî/onun/kendisinin günahından
sorulmayan yevm/gün
“İşte o gün ne insana nede cinne giinahından sorulmaz
 
İnsanlarda ve cinlerde özleri itibariyle değişik mertebeler bulunmaktadır. Görüntüleri yani suretleri sadece dış yönleridir. 
Bu yönlerine bakıp mutlak şekliyle karar vermek yanılgılara sebep olabilir. Bu varlıkların iç bünyelerinde “esma-i ilahiye”nin terkibi bulunduğundan özleri Hakk’ın Zatından gelmektedir. 
İşte bu mertebeleri itibariyle inse ve cinne günahından sorulmaz
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor
[Yani suçlu olup olmadığının anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırmaya ihtiyaç yoktur. Günahlı ile günahsız karıştırılmaz. Hepsi tespit edilmiştir. Şimdi açıklanacağı gibi suçlular yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesap ve sorumluluk yok değil. Lakin o gün suçlunun şahsım tanımak için soru sorulmaz.]
 
 
(55/40)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Dikkat edersek buranın kırkıncı ayet ve on üçüncü ihtar olduğunu görürüz.
Yukarıda da kısaca belirtildiği gibi  
“13” Hz. Peygamberin şifre rakamı  
“40” ise kemal rakamıdır. 
 
Aynı zamanda “40”‘ta      (13)  
                        “13”te de  (40) vardır. 
 
(40) ın sıfırını alırsak (40 – 40 = 4) kalır. 
“4” ise İslamının şifre rakamıdır. 
Yani; “Şeriat” “Tarikat” “Hakikat” ve “Marifet” mertebelerinin ifadesidir. 
 
Bir evvelki (39.uncu) ayete de bu yönden bakarsak;
(3 + 9 = 12) eder  
bu “12” da “seyri sülük”un kemalatıdır. 
 
“40”ın “13”ün “12”nin kemalatları ve hakikatleri burada tamamlandığından  
hadi bakalım bu oluşumları da gücünüz yeterse yalanlayın diye ihtar edilmektedir.
 
 
(55/41) 
yuğrafü’l mücrimune bisiymahüm 
feyu’hazü binnevasıy vel akdami  
Yuğraful mücrimüne bisîmahüm fe yü’hazu binnevasî vel ckdam. 
sima/çehreleri eserleri ile mücrimler tarif olunur/tanınır
bu halde nevasi/alnları ve akam/ayakları ile ehaze/yakalanır tutulur 
 
“Suçlular simalarından tanınır alınlarından ve ayaklarından tutulur.”
Yaşandığı sürece yapılan fiillerin tatbiki insanın iç ve dış dünyasında yansımaları olacaktır. Said said olarak; şaki şaki olarak sürdürdüğü hayat akışının sonunda bu fiillerinin muhasebesi yapılacaktır. 
Ahirette mahşer günü dünyada yapılan fiiller birer siluet ve varlıklar olarak karşımıza çıkacak ayrıca kendi varlıklarımızın da görüntüsü değişecektir. Bilhassa yüz hatlarımız fiillerimiz istikametinde o karakterde görünecektir. İşte bu belirgin görüntülerden günahkarlar yüzlerinden hemen tanınacaktır.
 
İnsan iki yönünden hareket alır. 
Biri         başından aklından                    yani üst tarafından; 
diğeri ise ayaklarından duygularından yani alt tarafındandır. 
 
Bazı insanların aklı duygularına hakim yani üst mertebesi alt mertebelerine hakimdir. Bunların akibetleri “said”liktir.
 
Diğeri ise alt tarafı beşeriyeti nefs-i emmaresi ve gafletinden dolayı duyguları aklına hakimdir. Bunların akibetleri ise “şaki”liktir.
İşte bunlar alınlarından ve ayaklarından tutulurlar. Çünkü onları suça iten bu iki azalarıdır (ayakları ve şuursuz başları)
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor 
“Suçlular yüzleriyle tanınırlar da bu sebeple perçemleriyle ayaklarından tutulurlar. Daha Türkçesi yaka paça yakalanırlar.”
 
 
(55/42)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
On dördüncü defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de
insanın iki hareket kaynağına da dikkat çekilerek onların en iyi bir şekilde kullanılması ve neticede kendi kendinin felaketini hazırlamaması gerektiği şiddetle ifade edilmektedir.
 
 
(55/43
hazihî cehennemülletiy yükezzibü bihel mücrimune
hazihi/ İşte bu cehennem ki 
mücrimler bihe/onun ile kezzib/tekzib yalanlıyordu
İşte bu o cehennemdir ki bunu o günâhkârlar tekzîb ederler
 “İşte bu suçluların yalanladığı cehennemdir.”
 
Mücrimlere “inkar ettiğiniz cehennem işte budur ” diye yakıyınen gösterilir. 
Günahkarların inkar ettikleri: “cehennem yoktur ben ahirete inanmam” gibi sözleri sarf edenlere akıbetleri gösterilmektedir.
Cehennem iki türlüdür. 
Biri zahirî cehennem: Yukarıda ifade edilen insanın içine girdiği dışardan yakan cehennem; 
diğeri ise batınî cehennem: Kişinin içinde olan nefs-i emmarenin içerden  yakan ihtiras ateşidir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor;
[İşte bu cehennem ki; suçlular onu yalanlıyor ve yalan olduğnıın söylüyorlardı.]
 
 
(55/44) 
yetufune beyneha ve beyne hamiymin anin
beyneha/onun/kendisi arasında  
ve beyne hamiymin anin/olgunlaşmış hamim/kaynar su arasında
tavaf eder/dolaşırlar
O cehennemin arasiyle son derece sıcak bir su arasında dolaşacaklardır
 “Onunla kaynar su arasında dolaşırlar.
 
Cehenneme yeni girilmiş fakat daha henüz ateşe atılmamışlardır. 
Günahkarlara karşılarında cehennemin ateşi ve harareti; buraya gireceksiniz denir ve kaynar sular gösterilip bundan da içeceksiniz denir. 
Bunların ikisi arasında gider gelirler fakat fayda elde edemezler.
 
Diğer yönden kişinin kendi içinde bulunan nefs-i emmare ve tabiat çukurunda yanan ihtiras ateşi ve cehlinden kaynaklanan kaynar suya dönüşen yanlış bilgileri arasında gelir giderler fakat fayda elde edemezler.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor:
[Dönüp dolaşıyorlar onunla ve cehennem ateşi ile kızgın bir hamîm arasında.” 
Hamîm: Sıcak su;     an: son derece kızgın demektir. ]
 
 
(55/45)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
On beşinci defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de
insanın iki hararet kaynağına dikkat çekilerek bunların şiddetli hararetlerinin iyi kullanılmak yoluyla mutedil ısıya dönüştürülmesi gereği vurgulanmaktadır. 
Nefs-i emmare ve ihtiras ateşinin yanlış bilgi yüzünden başımızdan aşağı dökülen kaynar suların bizi yakmaması ve pişmanlıkla bunların arasında gidip gelmemiz için böyle ikaz edilmekteyiz.
 
 
(55/46)
ve limen hafe mekame rabbihî cennetani 
ve rabbihî/kendisinin rabbinin makamına korkan kimse için iki cennet var    
“Rabbınızın makamından korkan kimselere iki cennet vardır.
 
Otuzbirinci ayetten sonra buraya kadar gelen ayetlerde cehennemden cehennemin ve suçluların halinden bahsederken  
bu ayetten itibaren de cennetten cennetin ve iman ehlinin halinden bahsetmektedir. 
 
“re’sül hikmeti mehafetullah. 
“Hikmetin başı Allah korkusudur.” 
Hadisi bizlere bu ayetin izahında yardımcı olmaktadır.
 
Daha yukarılarda da bahsedilen “men” yani “kim”likten burada da bahsedilmekte; düşünen varlıklara hitap edilmektedir. 
 
Yine yukarılarda iki deryadan “abdiyyet” ve “Rububiyyet” deryalarından bahsedilmişti. 
 
İşte bu deryalar aynı zamanda birer makamdır. 
“Makam-ı abdiyyet”ten “makam-ı Rububiyyet”e yükselen kimse bu makamda yaşamını sürdürmeye ve daha geniş manada buraları idrak etmeğe çalışır. 
 
“men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” 
“Kim ki kendi nefsine arif oldu bu halde gerçekten kendisi Rabbine arifdir”
“Kim ki nefsine arif oldu ancak o Rabbine arif oldu.” 
 
Yani “nefsini bilen Rabbını bilir ” hadisi de; bu konuyu oldukça açmaktadır. 
 
Nefsinde yani kendi varlığında Hakk’ın varlığını müşahede ederek yaşamına devam eden kimse bu makamdan tekrar “abdiyyet”ine yani bireysel nefsî varlığına düşmekten korkarsa ona iki cennet vaad edilmektedir. 
 
“Rububiyyet” makamına ulaşmak için “Hikmet” gerekmektedir. 
“Kime hikmet verilmişse onu büyük hayır verilmiştir” beyan-ı ilahisi bu mertebeye ışık tutmakta  
hikmete ulaşılabilmesi için de 
“Re’sül hikmeti mehafetullah” 
“Hikmetin başı Allah korkusudur” hadisinde belirtilen gerçeği idrak edip yaşamak gerekmektedir.
 
Yukarıda belirtilen iki korku Allah’a yani “Zat-ı İlahi”ye giden yolda çok mühim iki mertebedir.   Korku iki türlüdür. 
Biri nefsine menfaatlerine beşeri varlığına zarar gelmesinden korkmak. 
Diğeri ise Rabb’ına karşı nezaketsiz olup ilahi varlığından nefsi benliğine beşeriyetine düşmekten korkmaktır.
Kim ki “Mertebe-i Rububiyet”te makam tutar burayı idrak ederek yaşamını sürdürmeye çalışır ve buradan düşmekten korkarsa  
Ona dünyada iken huzur cenneti  
      ahirette de      ahiret cenneti verilir. 
Bir yönüyle iki cennet budur. 
 
Diğer yönüyle ise; 
ahirette o yerin gereği fiziksel bedensel bir cennet  
diğeri ise Alah’ın Zat’ından kendisine lutfedilen ruhsal zatî idrak gönül ve irfan cennetidir
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor;
[Makam kelimesi kinaye yoluyla “Rabbinden korkan” manasında da yorumlanabilir. Korkudan kasıt yalnız yürek çarpıntısı değil; küfür ve nankörlükten sakınıp iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermek demektir. Kısacası Rububiyyet sıfatını taşıyan “zül celali vel ikram” sahibi Rabbinin celalinden korkan yahut kıyamet günü O’nun celali karşısına dikileceği makamını sayıp da korkan kimseler için de “iki cennet vardır” ki; 
biri cismanî biri ruhanî cennet  
yahut biri “adn” biri “naim” cenneti 
veya biri “daru’l islam” biri “daru’s-selam” gibi manalara gelebilirler. Zikredilen iki cennet için daha başka anlamlar da söylenmiş ise de kıyamet halleri görülmeden bunların tafsilatı bilinemeyeceğinden daha fazla izaha girmek doğru olmasa gerektir.........]
 
 
(55/47)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
On altıncı defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de;
iki cennetten haber verilmektedir. Eğer gücünüz yeterse iman ve muhabbet ehline vaad edilen bu iki cennetin varlığını hadi inkar edin bakalım diye açık olarak bildirilmektedir.
 
 
(55/48)
zevata efnanin
zevat/sahibi içereni ehli (ikisinin) 
efna/değişik halde farklı nevi çeşit tür
 
“îkisinin de çeşitli ağaçları meyveleri vardır.
 
Beden ve ruh insanın iki yönüdür. Ahirette kişiye gideceği yerde yaşayabilmesi için o yerin malzemesinden bir beden verilecektir. 
İşte bu bedenin ihtiyacını karşılayacak tabiiki yaşaması için çeşitli ağaçlar ve meyveler olacaktır. Bedenin ihtiyacının her yönde karşılanması ve hiçbir şeye ihtiyacı olmaması onun fiziksel ve bedensel cennetidir.
Diğeri ise ruh ve gönül cennetinin çeşitli ağaçları ve meyveleridir. Bunlar ise “Zat-ı İlahiye”den kişinin gönül alemine uzanan çeşitli marifetullah bilgileridir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[Bu cennetlerin ikisi de efnan sahipleri “zevata zat’a” gibi zatın tesniyesidir. 
Zira “sahibe” manasına “zatın” aslı “zevat” olup tekil ile çoğulunu ayırmak için “vav” hazfedilmiştir. 
“Efnan” “fen” yahut “fenen”in çoğuludur. 
“Fenn” çeşit demektir. 
İlmin çeşidine de örfte “fen” ismi verilmektedir. 
“Fenen” de; ince ve yumuşak dal ve taze fidan manasınadır. 
Yani her birinde türlü türlü bostanlar yahut birçok dallar bölümler vardır. İkisi de çeşitlidir ]
 
 
(55/49)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
On yedinci defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de
iki cennetin ağaç ve meyvelerinden bahsedilmektedir. Bu hakikatleri de inkarı edebilir misiniz diye adeta nefs-i emmare sahiplerine sert bir şekilde bildirilmektedir.
 
 
(55/50)  
fiyhima aynani tecriyani
fiyhima/onlarda) (ikisinde) 
iki (2) ayn/kaynak göze iki (2) cereyan ediyor/akıyorlar
 
“İkisinde de akır giden iki kaynak vardır.
 
Bunlardan biri “abdiyyet” 
        diğeri ise “Rububiyyet” kaynağıdır.
 
“Abdiyyet” ve “Rububiyyet” birer mertebedir. 
Bu mertebelerin devamı beslenmelerine bağlıdır. İşte bu yüzden o iki kaynak bu mertebeleriı her an taptaze beslemektedir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[Onlarda iki kaynak akar. Birine “tesnim” diğerine de “selsebil”‘ denilir.]
 
(55/51)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
On sekizinci defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de
iki cennetin iki kaynağından beslenen iki mertebenin varlığını inkar edin bakalım inkar edebilecek misiniz diye tekrar ikaz edilmektedir.
 
 
(55/52)
fiyhima min külli fakihetin zevcani
fiyhima/onlarda) (ikisinde)
küllü/her fakihe/meyva (neşe) iki (2) zevc çift
 
 “İkisimii de her türlü meyveden çift vardır.
 
“Zevc” insan varlığının bir yönü  
“zevcani” iki yönüdür. Yani erkek ve kadındır. 
 
Aslında ise bu iki cins tek varlıktır. Tek olan insan varlığı çift yani “zevcani” olarak faaliyet göstermektedir. 
Erkeğe “fail” kadına “mef’ul” denmiştir. Yani etken - edilgen halinde yaşamaktadırlar. 
 
“Tevhid” hakikatinde 
erkek yani “Adem” “akl-ı kül” olarak  
kadın yani “Havva” ise “nefs-i kül” olarak tabir edilmektedir. 
Bu ikisinin birliği yeni bir “bir”i ortaya getirmektedir.
 
Meyve beden gıdalarının en mühimlerindendir. Manevi meyveler de ruhaniyetimizin gıdalarındandır. 
Her varlık iki cins olduğundan her meyvede de iki cinsiyet bulunmaktadır. Bir yönüyle alıcı bir yönüyle de vericidir. 
Yani verici    “akl-ı kül” ilmi; 
         alıcı ise “nefs-i kül” ilmidir. 
 
Eğer insan bu dünyada iki yönünü yani “abdiyyet” ve “ruhaniyet”ini gereği gibi faaliyete geçirebilmiş ise o meyvelerden iki yönlü yararlanır.
 
Bu dünyada kendisine gelmeye başlayan “ilm-i ilahiye” gerek “akl-ı kül” gerek “nefs-i kül” yönünden cennette de devamım sürdüreceği bu ve benzeri ayetlerle açıklanmış olmaktadır.
 
Zahir ve batın her yenen meyve ile kişide “abdiyyet”  ve “Rububiyyet” idrak ve açılımları meydana gelir. 
Böylece her yenen meyve ile “hakikat-i ilahiyye” ilmi daha da çok gelişmiş ve kişi kendini daha iyi tanımış kendi varlığında “zevcani” hakikatini idrak etmiş olur.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[“Her meyveden çift çift” mesela yaşı da vardır kurusu da; yahut biri dünyada tanınan veya tanınmayan olmak üzere iki sınıf.]
 
 
(55/53)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
On dokuzuncu defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de
gaflet ehline bu hakikatler açık olarak tebliğ edilmekte ve inkarlarının mümkün olmadığı net olarak ortaya konmaktadır. Gafletten uyanmak için daha neyi bekledikleri sorulmaktadır.
 
(55/54) 
müttekiiyne ala füruşin be¬tainüha min istebrakın 
ve cenæ’l cenneteyni danin
be¬tainüha/onun/kendisinin betain/astarı (ları) 
istebrak/kalın ipek kumaştan atlastan
füruş/fereş/yaygılar üzerine/karşı mütteki/ yaslanıp oturanlar
ve iki cennet cena/mahsul devşirilmesi meyva toplanması   
dena/yakındır vakti gelmiştir
“Astarları atlastan yataklaru yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır.”
 
“Betainüha” yani batınları (astarları iç yüzleri) “atlastan ipekten”: 
Bilindiği gibi ipek dünya kumaşları içinde gerek üretilişi gerek dokunuşu gerek kendine has özellikleri itibariyle en değerli ve latif olanıdır. 
 
“Yataklara yaslanmak” “tecelli-i ilahi”de kemalat ve huzurdur. 
Onlara yaslananların “abdiyyet”leri yani astarları itibariyle ipek gibi latif tecellilere; 
yatağın aslı itibariyle “Rububiyyet” tecellilerine nail olmalarıdır.
 
“İki cennette de” “meyveler onlara yakındır”. 
Her iki cennette her iki tecellinin meyveleri kendilerine çok yakındır; istedikleri zaman ihtiyaç duydukları tecelliyi kullanırlar fakat hemen yerini yenileri gelir hiçbir şeyleri eksilmez.
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[Dayanmış oldukları halde “mefruşat” yaygı döşeme takımları ki. kumaşları kalın ipek kumaştandır artık yüzlerinin güzelliğini Allah bilir. Hem iki cennetin meyvelerinin toplanışı da yakındır. Her iki konumda zahmetsizce alınıverecek derecede yakındır.]
 
 
(55/55)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Yirminci defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de
belirtilen özelliklerin inkarlarının mümkün olmadığı açık olarak bildirilmektedir.
 
 
(55/56) 
fiyhinne kasıra¬tüttarfi 
lem yatmishünne insün kablehüm vela cannün
fiyhinne/onlarda/oralarda 
kasıra¬tüttarfi/gözucunu bakışını kasır/alıkoyanlar hasretmiş ki
(bakışlarını gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş)
kablehüm/onlara önceden ne ins/insan ve ne cin
onlara tamese/hayız görmemiş cima etmemiş el sürülmemiş 
 “Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler var ki; bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur”.
 
“Oralarda bakışı kısanlar” ayetin bu bölümünün genel olarak zahiri manadaki ifadesi;
“oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler var ki” şeklindedir. 
 
Biz yavaş yavaş bize geldiği kadarıyla batınını anlamaya çalışalım. 
 
Cennete girmeden evvel insanlar bir dünya yaşantısı tecrübesinden geçmişlerdir.
Bundan da evvel (yani suretler meydana gelmeden) “a’yan-ı sabite” de her varlığın ihtiyacı olan istihkakları özlerinden verilmiştir.
 
Dünya yaşamlarında insanlar büyük tecellilere mazhar olmuşlar bunlardan büyük kazançlar ve irfaniyetler elde etmiş cennete girebilecek temizlik ve safıyete ulaşanlar olmuştur. 
 
 
 
 
İşte bu çalışmalar neticesinde;
erkekler  “akl-ı kül”  
hanımlar “nefs-i kül” tecellilerine mazhar olmuşlardır.
 
“Akl-ı kül”den “nefs-i küll”e olan tecelliler en kemalli tecellilerdir.
 
“Bakışı kısanlar” yani sadece “akl-ı kül” cihetinden gelecek tecelliye arzulu olmaları yönünden gözlerini o taraftan ayırmazlar. 
Çünkü “akl-ı kül” tecellisi cennetin diğer tecellilerinin hepsinden daha özeldir ve güzeldir.
 
O tecelliler ilk defa ve onlara has olduklarından daha evvel insin ve cinnin onlara dokunmaları da mümkün değildir. 
Bunlar “abdiyyet” ve “Rububiyyet” mertebeleri itibariyle özel tecellillerdir.
 
Havva’’nın Adem’den zuhur ettikten sonra tekrar ona arzulu olması ve Adem’in de kendinden zuhura gelen Havva’ya arzulu olması gibi bu tecelliler özel tecellilerdir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[Burada “hüma” denilmeyip “hünne” diye çoğul zamirinin zikredilmesi; her iki cennetin çeşitleriyle bir çok cenneti ihtiva etmiş olduğunu yahut herkese ikişer cennetten daha fazla verileceğine işaret etmektedir.]
 
“Kasiratuttarf” ifadesi birkaç manada yorumlanacak bir övgü sıfatıdır. 
Birincisi: Bakışlarını yalnız kocalarına çeviren başkalarına bakmayan sevgili sadakatli şefkatli ve vefalı dilberler demektir. 
 
İkincisi: Bakanın bakışlarını kendisine çeken gören bir gözü başkasına bakmak istemeyecek derecede kendisine bağlayan güzeller anlamındadır. 
Nitekim Müterebbi şöyle demiştir: “Bel ki ona gözler dikilir sanki üzerinde göz bebeklerinden bir kuşak teşekkül eder.” 
 
Üçüncüsü: Süzgün bakışları kendi önlerine çevrilmiş; şuraya buraya bakmayan; edep haya vakar ve nezaketiyle seçkin dilber manasına gelir. 
Nitekim İmru’ul Kays şöyle demiştir: “O bakışlarını kendi önüne çevirmiş dilberlerden ki bir karıncanın bakışı burnunun üstünde dolaşsa rahatsız eder.”
 
Çokları ilk manayı tercih etmişlerdir. 
Bazı haberlerde Rasülüllah (S.A.V)’in söz konusu kavrama “kocalarından başkasına bakmazlar” diye mana verdiği nakledilmiştir. 
 
Âlûsi der ki; “Bazı haberlerde şöyle zikredilir: 
“Rabb’ın izzeti hakkı için ben cennette senden daha güzelini görmüyorum. Beni sana seni de bana eş yapan Allah’a hamd olsun ” der.”
 
“Tams” esasen kanamak demektir. Onun içindir ki hayız kanına “tams” denir.  Bu kelime daha sonra bekaret halinde birleşmeye isim olmuştur. Ayrıca mutlak cinsi yaklaşım anlamı ifade ettiği de söylenmiştir.
 Buna göre ayetin manası şöyle olur:
“Onları kimse kanatmamıştır. Yahut onlara kimse dokunmamıştır; hep bekar kalmışlardır.”
 
 
(55/57)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Yirmi birinci defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de; 
cennet ve cennet nimetlerinin en ileri derecedeki tecellilerini inkar edin bakalım diye meydan okunmaktadır.
 
Ey Allah’ın zati tecellisi için bu dünya meydanına saldığı “halife insan” daha ne kadar bu gaflet halinde uykuda yaşayacaksın ? Artık kendi değerini bil bul ve doğrul. Cehennem azabından daha derin olacak olan pişmanlık azabı gelmeden yukarılarda belirtilen ihtarlara kulak ver ve gereğini hemen hiç vakit kaybetmeden yerine getir. Senin için çok hayırlı olacaktır.
 
 
(55/58) 
keenne¬hünnel yakutü vel mercanü
tıpkı/sanki kesin onlar  akut ve mercan gibidirler
“Sanki onlar yakut ve mercandırlar.”
 
Daha yukarıda geçmişti: İki “deniz”den “inci” ve “mercan”  çıkaranlardan söz ediliyordu. 
 
Bu ayet ile “incilik” “ağlama  dönemini”n bittiği sonsuz nimetlere ulaşma döneminin başladığı hal bildirilmektedir. 
Yakut     topraktan  
mercan deryadan elde edilmektedir. 
 
Yakutun kırmızı sarı beyaz mavi yeşil renkleri vardır. 
Kişinin (eğitim almadan evvel) “nefs-i emmaresi” bu renklerin her türlüsüyle kaba halleriyle renklenmiştir. 
Eğer bu kaba toprak ve tabiat renklerini 
evvela renksizliğe  
ondan sonra tekrar latif renklere döndüremezse 
“nefs-i emmare” çukurunda kalır. Yeri Cehennem olur.
 
Nefs mücadelesi mücahede  
riyazat zikr ve ibadetlerle
“nefsî bireysel nefsini” “ilahi nefse” döndürebilirse  
ondan sonraki hayatı cennet hayatına dönüşür. 
 
Daha evvelce toprak ağırlıklı olan o renkler latifliğe nuraniliğe dönüşerek çok şeffaf ve parlak olur. 
Bu hal yakutun ışıltısına benzetilmiş ve huriler şeklinde silüetlendirilmişler-dir. 
Bu latif siluetler “nefs-i küll”ün “akl-ı küll”e olan iştiyakının son derece latif tecellilerle sunulmasıdır.
 
Yakutun parıltısı mercanın yayılışı gibi  “akl-ı külle” yani ademe yani cennet ademlerine sunulan bu tecelliler onların varlıklarına yayılarak son derece ilahi ve sonsuz hazlar meydana getireceklerdir. Bu hallere ulaşmanın yolu da buradan geçmektedir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında yorum yapmamıştır. 
Onun yerine İsmail Hakkı Bursevî’nin bu ayet hakkında (özetle) dcdiklerine bakalım.
[Mercan daha önce açıklanmıştı.
 Yakut ise; çok sert ağır bir taştır. Kırmızı beyaz sarı yeşil ve mavi cinsleri mevcuttur. 
Yanma özelliği olmadığından ateş tesir etmez. 
Sertliğinden ve kuruluğundan dolayı delinmez eğeler tesir etmez.
Gün geçtikçe güzelliği artar. 
Bilhassa kırmızı ve sarısı çok değerli ve pek nadirdir. 
Ayetin manası şöyledir: 
“Onlar yanaklarının kırmızılığı hususunda yakuta  
derilerinin beyazlığı ve saflığı konusunda küçük daneli mercana benzerler. Zira küçük daneli mercan büyüklerden daha beyazdır.”]
 
 
(55/59)
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Yirmi ikinci defa tekrar ve ihtar edilen bu ayette de belirtilen tecellilerin inkarlarının mümkün olmadığı elde edilmesinin de ancak bu dünyada iken yapılacak faaliyetler neticesinde mümkün olduğu bildirilmektedir.
 
 
(55/60)
hel cezaül ıhsani ille’l ıhsanü
hasen/ihsanın/iyiliğin cezaü/karşılığı 
illa/ancak/sadece hasen/ihsan iyilik değil midir?
“ İyiliğin karşılıyı yalnız iyilik değil midir ?”
 
Çok geniş ve derin manalar ifade eden bu ayet-i kerimeyi yavaş yavaş incelemeye çalışalım. 
Evvela “ceza” ve “ihsan” kelimelerine kısaca bakalım. 
“Ceza” kelimesi genelde bilindiği gibi sadece bir suçun karşılığı değil her oluşumun karşılığının ifadesi “ceza” kelimesiyle belirtilmektedir;
İyiliğin de kötülüğün de karşılığı “ceza”dır.
 
“İhsan” kelimesi de iki yönlü ifadelidir. 
Biri genelde kullanılan herhangi maddi bir şeyin karşılıksız verilmesi  
diğeri ise marifetullah yönünden ilmi ilahinin şuhud mertebesinden zati ihsanıdır. 
Bu oluşumu biraz açmağa çalışalım. 
Burada bahsi geçen ihsan “İhsan”  hakikatinin beş mertebesinden dördüncü mertebesini ifade etmektedir.
 
“İhsan” ın birinci mertebesi; 
“Cibril hadisi” diye de bilinen Yahya bin Ya’mur’dan rivayet edilen hadisle belirtilmiştir. *(6) özetle şöyledir: 
Bir gün Hz Rasülüllah’ın yanına elbisesi bembeyaz; saçları simsiyah bir adam gelip önüne oturur ve “İslam” “iman” “ihsan” ve “kıyamet” olmak üzere dört şeyden soru sorar. 
Efendimiz bunların hepsini sırasıyla cevapladıktan sonra yabancı “doğru söyledin” diyerek oradan uzaklaşır. 
Bunun üzerine Hz. Rasülüllah merak edenlere; “bu Cebrail (a.s) idi size dininizi öğretmeye geldi ” diye bildirmiştir. *(7)
 
* (6) Sünen-i Tirmiz Tercüme si. Cilt:4 S: 367 Hadis:2738
*(7) Bu hususta daha geniş bilgi almak isteyenler “İslam fnnııı İhsan ikan” isimli kitabımıza bakabilirler.
 
Hz. Rasülüllah’ın gelen yabancıya “ihsan”  hakkında verdiği cevap; 
“en te’budellahe keenneke terâhu feinnehu terake.”
“sanki/tıpkı ennekesin/sen erâhu/onu/kendisini era/rüyet ediyor görüyormüşsun gibi Allah’a ibadet etmendir. 
bu halde ki einnehu/kesin o/kendisi seni era/rüyet ediyor görüyor “  şeklindedir.
“Allah’ı sanki gözlerinle görüyormüşsun gibi Allah’a ibadet etmendir. Sen O’nü gormesen de O seni görüyor “  şeklindedir.
 
Küçük bir dikkatle baktığımızda burada bahsedilen “ihsan”ın rnarifetullah yönünden gelen ru’yet yani müşahedeye dayalı “ihsan” olduğunu görmekteyiz. 
“Sen O’nu gormesen de” sözünün altında “şimdilik” ifadesi yatmaktadır. 
Ve bu hadis ümmet-i Muhammed’e “rü’yet”in yolunu açmaktadır. 
Eğer yolu ve sistemi bulunursa görülen de göreni görebilir.
 
“İhsan” ın ikinci mertebesi;
Rabbımızın Hz. İbrahim’e ve seyr-i sülûk yolunda o mertebeye gelmiş olanlara olan hitabına bakalım. 
 
 
 
Kur’anı Keriym  Bakara  Suresi 2. sure 131. ayette  
 
iz kale lehü rabbühü eslim
kale eslemtü lirabbil alemiyne
rabbühü/onun/kendisini rabbi  lehü/onun için  
eslim/tesim/islam ol dediğinde 
  el alemler rabbi için teslim oldum dedi 
 “Rabbi ona; “teslim ol” buyurduğunda “alemlerin Rabbına teslim oldum” demişti. 
Buradaki teslimiyet tam bir teslimiyettir İbrahimiyet mertebesinde ilerlemeye devam eden salik  
 
Kur’anı Keriym  En’am  Suresi 6. sure 79. ayette  
inniy veccehtü vechiye lilleziy fetaressemavati vel arda haniyfen 
ve ma ene minel müşrikiyne
inniy/kesin ben semavat ve arzı fetar/fıtrat eden illeziy/o zat için 
hanifen/birleyici muvahhit müslüman olarak 
vechimi/yüzümü vecceh/teveccüh ettim yöneldim
ve müşrik/şirk ortak koşanlardan ben değilim
 
“Ben vechimi öyle bir veçhe karşı tuttum (teslim ettim) ki; o vecih semdvat ve arzı fıtratı üzere halk etmiştir. Ve ben de şirk ehli değilim ” diyerek samimiyetle yoluna devam ederken
 
Kur’anı Keriym  Bakara Suresi 2. sure 112. ayette  
bela men esleme vechehü lillahi ve hüve muhsinun 
bela/evet bilakis (doğrusu) 
vechehü/onun/kendisinin vechi/yüzünü
allah için kim ki teslim eder
ve hüve/o muhsin/ihsan olunan güzellik sergileyendir 
“İyi bilin ki kim vechini Allah’a teslim ederse ona ihsan olunur ”
 
hükmüyle Allah’ın Zati ilmine mahal olmaya başlar. 
Ve devamında marifetullah kendisinde çoğalmaya devam eder. 
İşte ancak bu kimselerde “Zat tecellisi” bulunur. 
Ve ancak bunlarla “Zat mertebesi”ne ulaşılır.
 
 
 
“İhsan”ın üçüncü mertebesi; 
Kur’anı Keriym  A’raf  Suresi 7. sure 56. ayette     
inne rahmetallahi kariybün minel muhsiniyne
inne/muhakkak/kesin allah rahmeti muhsinlerden karib/yakındır
“Muhakkak ki; Allah’ın rahmeti yakın olarak ancak muhsinlerden gelir.” İfadesiyle açık olarak bildirilmektedir. 
 
Allah’ın maddi rahmeti; bu varlık zuhurlarından her yerden gelmektedir.
Burada bahsedilen genel rahmet değil “ilahi” ve “zati” müşahede rahmetidir ki o da ancak en kısa yoldan muhsin kişilerin gönüllerinden talip kişilerin gönüllerine akmaktadır.
 
“Ümmet-i Muhammed”e has olan bu sonsuz lütuf “ümmet ı Musa”ya; 
Kur’anı Keriym  A’raf  Suresi 7. sure 143. ayette     
len teraniy
asla benim era/rüyet edemez göremezsin
“Sen beni göremezsin” olmuştur. 
 
Çünkü Museviyyet mertebesi kelîm  
Muhammediyyet mertebesi ise müşahede ve habib’liktir
 
“küntü kenzen mahfiyyen feahbibtü en u’refe 
  fehalaktül halka li u’rafe bihi” 
“mahfiyyen/gizli kenz/hazine idim 
 bu halde arif olunmamı/tanınmamı ahbeb/hub/muhabbet ettim/sevdim/arzu ettim 
bu halde bihi/onun ile (bunu) arif olunma/tanınmaya halk ettim
 “Ben gizli bir hazineydim bilinmekliğimi sevdim ve bana arif olmaları için bu halkı halkettim” hadis-i kudsisiyle belirtilen zuhur halini bu ümmete has müşahede ve muhabbet gerçeği içerisinde kemale erdirmiştir. Bu ihsanların en büyüğüdür.
 
“İhsan”ın dördüncü mertebesi; îzahına gayret etmeği çalıştığımız  
(55/60)
hel cezaül ıhsani illel ıhsanü
hasen/ihsanın/iyiliğin cezaü/karşılığı 
illa/ancak/sadece hasen/ihsan iyilik değil midir?
“ İyiliğin karşılıyı yalnız iyilik değil midir ?” ayetinin hakikatidir.
 
Buraya gelinceye kadar belirli bir olgunluğa ulaşan salik oluşturduğu irfaniyet ve marifetullah bilgilerini ehli olanları ulaştıracak hale gelmiş olmaktadır.
“İhsan”ı ala ala muhsin olan arif bu hakikatleri kabiliyetli olanlara ihsan etmeye başlar. 
İhsan ettikçe daha fazlası kendisine ihsan edilir. Böylece ayetin hakikati ortaya çıkıp yaşantıya geçmiş olur.
 
“İhsan”ın beşinci mertebesi ise; 
Kur’anı Keriym  Ankebut  Suresi 29. sure 69. ayette     
innallahe leme’al muhsiniyne
“innallahe/kesin/muhakkakki Allah elbette muhsinlere maiyet (ile beraberdir.)”
 “Muhakkakki Allah muhsinlerle beraberdir.” Ayetinde belirtilen hakikattir. “İhsan” hadisiyle başlayan ru’yet ve müşahede yolculuğu bu ayet ile kemale ermiş ve varlığında Hakk’ın Varlığından başka hiçbir şey olmadığını anlayan ve arif olan kişi Allah’ın kendiyle kendinde olduğuriu mutlak olarak bilmiş bildirmiş ve hayatını böylece devam ettirmiş olmaktadır. 
Allah “Muhsin” ismi ile o mahalden “Zati” zuhurunu ortaya getirmektedir. Kısaca izahına çalıştığımız bu hakikatleri Allah (c.c.) arzulularına kısmet etsin.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[ “iyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.” Yani güzelliğin karşılığı güzellik; güzel iş yapanın karşılığı güzel sevaptır. Bundan anlaşılıyor ki; Rahman (55/46) ayetinde yer alan
 “ve limen hafe mekame rabbihî cennetani”
 “havf”tan (korkmaktan) maksat güzelce amel etmektir. 
Zira ihsan’da esas olan “Cibril” hadisinde zikredildiği üzere “sana gereken; Allah’ı görüyormuşsun gibi O’na ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görüyordur ” prensibine uygun hareket etmektir. ]
 
Enes (r.a)’tan yapılan rivayette; 
Rasülüllah (S.A.V) “hel cezaül ıhsani ille’l ıhsanü” ayetini okuyarak oradakilere:
“Biliyor musunuz rabbiniz ne buyuruyor?” diye sormuş. 
Bunun üzerine onlar da
“Allah ve Rasülü en iyisini bilir” diye cevap vermişler. 
Hz. Peygamber (S.A.V) de
“O benim kendisine Tevhidi nimet olarak verdiğim kimsenin mükafatı ancak cennettir buyuruyor” diye karşılık vermiştir.