info@ellidokuz.com
Dolar Alış
:
32.4747
Dolar Satış
:
32.5332
Euro Alış
:
34.8231
Euro Satış
:
34.8859
Aranıyor, lütfen bekleyiniz...

Er Rahman - 2

(55/3)  
haleka’l insane    
insanı halketti
“İnsanı yarattı (halk etti)”
 
Bu ayetin gerçek manasım idrak edebilmek için evvela Halak kelimesinin hakikatini anlamamız gerekmektedir. 
 
Kur’anda “halak” “ceal” “fatır” “icad”  gibi kelimeler vardır. Tefsirlerde genel olarak bunlara (yaratma yaratık yaratılmışlık yaratılanlar) gibi mana verilmektedir. 
 
Şeriat ve tarikat mertebelerinde doğru ve geçerli olmakla birlikte hakikat ve marifet mertebelerinde geçerli değildir. 
O mertebelerdeki ifadeleri zuhur ve tecellidir. 
 
Arifler “Kamus-u Aşk”tan (büyük aşk lügati) “yaratma” kelimesini çıkarmışlardır. Çünkü yaratma ikiliği zorunlu kılmaktadır ki bu gerçek tevhide aykırıdır.
 
Şeriat ve tarikat mertebelerinde “Tenzih” anlayışı geçerli olduğundan; bu anlayışta Allah (c.c) zaman ve mekan ötesinde kabul edildiğinden ikilik oluşmaktadır; ikilikte ise kolay bir anlayış içinde yaratan ve yaratılan vardır.
 
Hakikat ve marifet mertebelerinde gerçek tevhid anlayışı olduğundan tevhid de ise ikiliğe yer olmadığından yaratma olamaz ancak zuhur olabilir. 
 
Cenab-ı Hak “Hak” esmasına 
                      “Hay”  ismi ile tecelli ettiğinde 
ona bir  “lam” ilave edince “Halkoldu. 
 
Böylece alemler “gizli hazine”den zuhur etti. 
“Hak” ismi ile batın  
“halk” ismi ile zahir oldu. 
 
 
 
Bu oluşum şeriat ve tarikat mertebelerinde yaratma  
hakikat ve marifet mertebelerinde zuhur ve tecelli kelimeleriyle ifade edildi. 
Asılda ne ile ifade edilirse edilsin ancak “illa Allah”tır.
 
Bu alemlerin bir ismi de “İnsan-ı Kamil”dir. 
Görülen varlığın hepsi de “ayet”tir. 
 
Birimsel insan ise “büyük ayet”tir.
 
Hele hele o bireysel insan kendini tanıyıp bilmişse “Zat tecellisi”nin zuhur mahalli olmuştur. 
 
Cenab-ı Hak alemlerde “esma” ve “sıfat”larıyla zuhur etmekte;
                         insanda ise “Zat”ıyla zuhur etmektedir  
 
İnsanda “Zat tecellisi” olduğundan “ne var alemde o var Adem’de”“ denmiştir. 
 
Hadis-i kudside ifade edildiği gibi;
“halakal Ademe ala süretihi”
“Adem’i süretihi/kendi sureti üzerine halk etti.”
“Allah Adem’i kendi sureti üzere halk etti.”
 
Yani kendinde bulunan bütün özellikleri ve güzellikleri en geniş biçimde zuhura çıkardı ve her mertebede ona mekan verdi îşte bu vasıflarda olduğundan Halife olabildi.
 
Kur’anı Keriym  Tin  Suresi 95. sure 4. ayette    
lekad halakne’l insane fiy ahseni takviymin
“lekad elbette gerçekten/and olsun ki ahseni takviym/en güzel biçimde insanı biz halk ettik ”  
 “And olsun ki biz insanı en güzel biçimde halk ettik ”  buyuruldu.
 
“İnsanın en güzel şekilde halk edilmesi” demek; kendinde ilahi zuhurun en geniş manada meydana çıkması demektir. 
 
Bu hakikati en güzel bir şekilde yaşayan ve idrak eden ariflerden biri gönlünce şöyle terennüm etmiştir:
 
Seni bu hüsn-ü vech ile görenler  
Korktular “Allah” demeye döndüler  “insan” dediler
 
Diğer bir arif ise :
Sen ona korkma de Kur’an-ı natık. (konuşan Kur ‘an)
Gönül Ka’besi’ne gir ol mutabık.
  Devreyle ol Ka’be’nin etrafım. 
Devrederler bir gün gelir şems-i zatım.
 
Bu konuyu bu kadarla bırakıp yolumuza devam edelim. 
İşte Kur’an “cemî esma” ve “sıfata cami” olan Zat olduğundan  
- evvela “Rahmaniyet”ini öğretti. 
- “Rahman” da evvela “mükevvenatı”  
                             sonra da zat tecellisinin zuhur mahalli olan 
                                        “insanı” görevi gereği meydana getirdi..
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor: 
[Bazıları da Kur’an’ın işareti ile “insan” kelimesi ile Muhammed (S.A.V) Efendimiz kasd olduğunu söylemişlerse de hepsini içine almak üzere “insan cinsi” olması daha doğru olabilir.  Kur’an’ın öğretimine konu olan “kamil insan”ın kast edilmiş olması da düşünülebilir. Yani Kur’an’ı öğretmek üzere insanı halk etti. ]
 
 
(55/4) 
allemehü’l be¬yane  
“beyanı/konuşmayı allemehü/ona/kendisine allem/öğretti
“Ona konulmayı öğretti.”
 
 Cenab-ı Hak insanı halk ettikten sonra “allemehul beyan” (beyanı öğretti.) 
- Yani bütün öğrettiklerinin “hakikat-i ilahi” olduğunu 
- ve bu kendisinde bulunan özelliklerini de bir başkasına aktarabilmeyi “beyanı” öğretti (öğretmesini öğretti). 
 
Mesela hakikat açısından değerlendirildiğinde; 
1 - Cenab-ı Hak “A’maiyet” halinde kendindeki özellikleri kendi varlığında gizli olarak duruyorken  
2 - “bilinmekliğini sevip” alemleri halk etmeyi murad etti. 
Bu bilinmekliğin ilk mertebesi  
3 - “Ahadiyyet”ine tenezzül etmesiydi. 
Ahadiyyet yüce Zat’ın tecellisinden ibarettir. Burada daha henüz ne sıfat ne isim ne herhangi bir şey yoktur. 
Ancak “inniyyeti” ki (bu kendine dönük faaliyetleri ve kendine has özelliklerini kapsar) 
ve “Hüvviyyeti” ki (bu da aleme dönük faaliyet sahasının menseldir). 
 
4 - Bu “Ahadiyyeti” ile tenezzül edip “Vahidiyyetini” “sıfat-ı subüti”yesini meydana getirir. 
 
5 - Bu “Vahidiyyet” mertebesinden de “Rahmaniyet”ine tenenezzül eder.
 
Nasıl ki (teşbihte hata olmaz) karanlıkta sessiz hareketsiz duran bir insanın dışansı için tek delili solunumu ise öylece “Rahmaniyeti” ile nefesini “Nefes-i Rahmani” kendi varlığında yayıp bilinmekliğini başlattı.
 
İnsan kendi içindeki bilgisini ilmini amacını san’atı’nı nasıl ki nefes ile sunuyorsa  
Cenab-ı Hak da kendi “Nefes-i Rahmanî”si ile bu bilinmekliğini sağlıyor. Ama O’nun nefesi sadece manalar elbisesi olan kelimeleri değil bütün alemleri meydana getiriyor. 
Kendi varlığında gizli olan esma ve sıfatlarını içinde var olan bütün özünü kendi içinden yine kendisi olan dışına “Huu” diye nefes verip bu aleme yayıyor.
 
Normalde nefes verildiğinde hiçbir şey görülmez ama soğukta verilen nefes buhar olarak görülür ki uzay yani alem soğuktur hatta çok soğuktur (-200 derece civarındadır). 
Bu buhar bir aynaya karşı verildiğinde şekilsiz olan buhar şekil alır suret olarak görünür. 
İşte böylece de “Cenab-ı Hakk”ın özü olan “Nefes-i Rahmanî” alem aynasında suretler olarak görünür. 
Ayna ne kadar pürüzsüz temiz ve parlak ise o kadar gerçek olarak varlığı yansıtır aynını gösterir îşte en mükemmel ayna da insandır.
 
Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin Varidatı’ında: 
[Allah “adem” (yokluk) denilen yokluğa bakmış ve “Kün”   “ol” sözü ile emir vermiştir. O zaman yokluğun içinden Allah’ın varlığını belirleyen şekiller zuhurlar belirmiş ve birer ayna olmuşlardır. İşte bu aynalardaki yansımayı gören göz “İnsan”dır. ]*(4)
*(4) Seyyid Muhammed Nur Varidat şerhi. S.141
 
Biz sohbetimize devam edelim. 
Nasıl ki insan ana rahminde meydana geliyorsa işte bu feza dediğimiz yerde de bütün varlıklar “Rahman”dan doğup zuhura gelmektedirler. 
Besmele (BİSMİLLAHİRRAHMANÎRRAHİYM) bütün varlıkların oluşumunu anlatmaktadır. 
“Nefes-i Rahmanî” öyle bir nefes ki “Vahidiyet” mertebesinden çıkan sonsuz ebedi var olan bir “nefes”tir. 
Bir nefes ki her kokusu O’nu anlatır. 
 
Kur’an olan cümle esma ve sıfatlara cami olan Zat  
- bu “nefes”le “Rahman”a “Rahmaniyyeti”ni öğretti. 
- Rahman da bu mükevvenat içerisinde insanı meydana getirdi (halk etti) 
- ve ona beyanı öğretti. 
Bu öyle bir özellik ki; kendi özünü kendi öğrendiği şeyleri bir başkasına öğretmeyi de öğretti talim etti. “Allemehul beyan” ona beyan edildiği gibi  beyan etti.
Beyanın aslı olan konuşma insan’ın diğer varlıklara nazaran en belirgin üstünlüklerindendir. 
 
Mevlana Hazretleri Mesnevi-i Şerifes’’nde;
“manalar harf libasına bürünerek ortaya çıkar” diye izah etmişlerdir. 
 
İşte insan oğlu ne yazık ki bu çok değerli özelliğini çok çok boşa harcamaktadır. Kıymetini bilenler ise o kadar çok fayda sağlamaktadırlar.
 
Kur’an-ı Kerîm de ancak beyan ile anlatılabilmektedir. 
Mushaf-ı Şerife “Susan Kur’an”; (Kur’an-ı samid)
İnsana ise          “Konuşan Kur’an” (Kur’an-ı natık) denmiştir. 
 
Kur’an-ı Kerîm’in ve mana aleminin beyan ile izah edilip okunması insan için en üstün vasıflardan başlıcasıdır.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor: 
[“Allah Kur’an’ı öğretmek üzere insanı yarattı (halk etti) ve ona beyanı öğretti.” 
Yani kendini vicdan ve gönlünde meydana gelen duygu ve anlayışlarım başkalarına açık bir şekilde ifade etmek maksadı anlatmak ve anlamak demek olan “konuşma” ve “dil” nimetini belletti ki ilmin elde edilmesi ve “Kur’an” öğretimi nimeti de bununla meydana gelir. ]
 
Hz Adem yaratıldıktan (var edildikten) sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilemediklerini bildi. Onların ulaşamadıklarına ulaştı.
 
Peygamberlerinin nübüvvvete nail olmaları Allah tarafından tebliğ yapabilmeleri kitap getirmeleri ümmetlerin onlardan istifade edebilmeleri hep beyan ilmi sayesinde olduğu gibi Kur’an’ a ve Kur’an’ın tefsiri ve tercüme nimetine ulaşmamız ve ondan faydalanma derecemiz dahi o nimetten aldığımız hisse oranındadır. 
 
Ebu’s Suud der ki: 
[“Ayette ifade edilen beyanı öğretmekten murad; insanı sırf kendi beyanma gücü yeter kılmaktan ibaret değil onunla başkasının beyanını anlamak manasını da ifade eder. Çünkü Kur’an’ı öğretmek ancak onun üzerinde dönüp dolaşır.”]
 
 
(55/5) 
eşşemsü vel kamerü bihusbanin  
“şems/güneş ve kamer/ay (hareketleri) hesab ile/a göredir.
“Güneş ve uyın hareketleri bir hesaba göredir.”
Vahdet yaşantısında 
“Güneş” “Hakikat-i İlahiyeyi”  
“Ay” “Hakikat-i Muhammediyye”yi  
“yıldızlar” ise “Hakikat-i Beşeriyyeti” ifade etmektedir. 
 
Bunların her birerlerimizde faaliyete geçmeleri gönül fezamızın irfaniyet yönünden faaliyete geçmesi demektir.
 
İşte “Nefes-i Rahmani” bütün fezayı doldurup da alemler meydana geldikten sonra ayet-i kerimelerdeki ifadeler mana aleminden madde alemine inmiş ve madde alemindeki oluşumlardan bahsetmeye başlamış olmaktadır.
 
“Güneş ve ay hesaplıdır.”“ 
Onların dönüşleri hareketleri var oluşları kaç milyar sene sürmüştür? 
Hepsinin bulunduğu şekliyle bulunduğu yörüngeye yerleştirilmesi hep hesap iledir.  
O ilk “sehab-ı muzî” (parlak bulut) yavaş yavaş kesafetleşmiş parçalara bölünmüş ve nihayet dönüşümler fezada ulvî rakslar şeklinde ebedi olarak başlamıştır. 
 
Böylece dünya 
- evvela “hava”  
- sonra “ateş”  
- sonra “su”        ve 
- sonra da “toprak” devresinde zuhura gelmiştir. 
 
Gerçek gibi görünen “yoklar”; hayali “var” gibi görünmeye başlamıştır. 
“Musavvir” esmasının zuhuru ile ayrı ayrı varlıklar meydana gelmiştir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor: 
[“İnsanların kendileri için pay almaları gerektiğini şöyle ifade ediyor: Binaenaleyh insanlar hesabı iyi bellemeli ve bir hesap gününün geleceğim bilip ona göre hesaba hazır olmalıdır.”]
 
 
(55/6) 
vennecmü veşşecerü yescüdani  
necm/kaynaklanan yıldız bitkiler ve şecer/ağaçlar sucud/secde ederler
“Bitkiler ve ağaçlar O’na secde ederler.
Bu dünya meydana geldikten sonra üzerinde türlü varlıkların hayatı da başladı. Hayata başlayanların bazılarından olan yeşilliklerin ve ağaçların (ayet-i kerimelerin ifadesiyle) secde halinde olduklarını öğreniyoruz. 
 
Bizler ise onlara baktığımız zaman yeşillikler ve ağaçların ne yaptıklarından haberimiz olmamaktadır. Ama bunların hepsi Rahman’ın varlığı ile meydana geldiğinden hepsinin müteşekkil olmaları gerektiği bir yer vardır.
 
Varlık sebebleri Rahman ve ilahları Allah (c.c) olduğu için onlar secdedirler “yescüdan” secde etmektedirler. Demek ki bizim anlayamadığımız şekilde bu nebatlar ve ağaçlar secde halindedirler.
 
Kur’anı Keriym  İsra  Suresi 17. sure 44. ayette     
ve in min şey’in illa yüsebbihu bihamdihî 
velakin la tefkahune tesbiyhahüm  
“ve hiçbir şey yoktur ki  illa/ancak istisna hamd ile yüsebbihu/onu/kendisini tesbih ederler 
   ve lakin onların tesbihlerini fekahet  edemez/anlayamazsınız
 
“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihlerim anlayamazsınız.”
 
Demek ki bu yaşamda çalışarak anlamamız gereken çok şeylerimiz var. Ayette “anlayamazsınız”  ifadesi içerisinde bazılarınız da anlar hükmü vardır.
 
Her ne kadar biz onları ayakta görsek de aslında onlar secde halindedirler. Bu secde ibadet manasınadır. 
Varlıklarının hakikatini kendi mertebeleri itibariyle anladıklarından veya Rahman onları bu alemde zuhura getirdiğinden sürekli secde halindedirler ve bu hususta insandan daha ileri durumdadırlar.
 
Muhyiddin-i Arabî Hz. bir ifadesinde şöyle belirtmektedir;
[“ - En çok ibadet eden madenlerdir. 
    - Onlardan biraz geride nebatlar;
    - onlardan biraz geride hayvanlar; 
    - nihayet gelişme ilerledikçe ibadet azalmakta böylece insanlar en az ibadet eden varlıklar olmaktadırlar.” ]
 
Bu oluşum tabii oluşumdur. Ancak insanoğlu gerçek bir şekilde eğitilirse alemde ne kadar varlık varsa ibadet yönünden hepsinin üstüne çıkar.
 
Oluşum mertebeleri içinde madenler tecelliyatın kaynağına en yakın olmaları nedeniyle sürekli secdedirler. 
Madenler nebata dönüştüğünde bir mertebe daha uzaklaşmış oluyorlar. “Ahsen-i takvim”den “esfel-i safilîn”e doğru uzaklaşıyorlar. 
Nebatat hayvanata dönüştüğü zaman bir mertebe daha uzaklaşmış oluyorlar. Uzaklaştıkça da ibadetleri azalıyor. 
Nihayet insana ulaşıldığında insan da tam bir hayal ve vehim içinde yaşadığından Cenab-ı Hakk’ı unutuyor. Gaflette kaldığı sürece bütün varlıklar içinde en az ibadet eden insanoğlu oluyor. 
 
İşte kim ki kendisini bu hayalden kurtarırsa hakikati ve gerçeği anlarsa diğerlerinin hepsinden fazla ibadete yönelir ki “Esfel-i safilî”nden yine “ahsen-i takvîm”e doğru yükselişini başlatmış olur.
 
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor: 
[“Ve necim; ya’ni Arzdan zuhur edip de sak’ı (kalın kökü) olmayan nebat çemen”  
 “Ve şecer; sak’ı (kalın kökü) olan ağaç secde ederler.” 
“Allah Tealanın iradelerine zuhurları itibariyle boyun eğerler. Kanunları karşısında elastikiyetle istediği vaziyeti alırlar. O halde insanlar da isteyerek Allah’ın emirlerine boyun bükerek nimetlerine şükür için secdeyi bilmelidirler.”]
 
 
(55/7)  
vessemae refe’aha ve veda’al¬ miyzane
“ve refe’aha/O refi’a/irtifa yükseltmiştir sema/göğü ve vedaa/yerleştirdi koydu ihdas etti miyzan/tartıyı vezni.”
“ O göğü yükseltmiştir tartıyı koymuştur.”
 
Biri zahir biri de batın olmak üzere iki sema/gök yükseltilmiştir. 
 
Kur’anı Keriym  Mülk  Suresi 67. sure 3. ayette       
elleziy haleka seb’a semavatın tıbakan
“semavatı  yedi kat olarak  halk eden elleziy/o zattır”
“Gökleri yedi kat üzere halk eden O’dür” diye ayette belirtilen zahir gökyüzüdür. 
 
“Yere göğe sığmam mü’min kulumun gönlüne sığarım” ifadesiyle hadis-i kudsîde belirtilen ise insan gönlü olan batın gökyüzüdür. 
 
Zahir gökyüzü yedi kat (tabaka) olduğu gibi  
gönül gökyüzü de yedi tabakadır. 
 
Bunlar yedi nefis mertebeleridir. 
Birinci tabaka “Nefs-i Emmare”dir. 
    Diğerleri;    “levvame” “mülhime” “mutmeinne”  
                    “radiye” “merdiye safiye” diye isim alırlar. 
 
Gerçek bir eğitim ile bu mertebeler aşılır. İnsan hakiki benliğin! ve kimliğim böylece tanımağa başlar. 
 
Gönül göğünü ve beden arzını (toprağını) adaletle korumak için tartıyı koymuştur. 
Her mertebede o mertebenin gereği olan ilmi almak daha fazlasını yüklememek için tartıyı koymuştur
 
Mevdüdi bu ayet hakkında şöyle diyor: 
[Tüm müfessirler “mizan” kelimesinden “adalet” anlamını çıkarmışlardır. 
Bu koca kainat içindeki bunca varlık ve fezada dolaşan sayısız yıldız gezegen v.s. adalet ve denge üzerine kurulmuş bir nizama tabi kılınmasaydı bu kainat bir saniye bile ayakta duramazdı. Nitekim milyonlarca yıldan bu yana kainatın ayakta durması bu gerçeğe şahitlik etmektedir. 
Çünkü hava su toprak ve diğer unsurlar arasında uyum sağlanmamış olsaydı hayatın devam etmesi bir yana yaşamak bile mümkün olmazdı.]
 
 
(55/8) 
ella tatgav fiyl miyzani
“haydi/artık miyzan/tartı hakkında tagay/haddi tecavüz etmeyin ”
“Artık tartıda tecavüz etmeyin ”
 
O halde siz de mizanda (terazide) eksiklik yani yanlışlık yapmayın. Teraziyi ölçüyü tam hakkıyla tartın. 
 
Cenab-ı Hak insanın halk edilişini öyle mükemmel bir şekilde tamamlamıştır ki ruhi ve nefsi tüm dengelerini adalet üzere “Esma-i İlahiye”nin zuhurları olarak gerçekleştirmiştir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor: 
[ Şeriat ve kanuna tecavüz edip de haddinizi aşmayasınız. Tartısız yahut maddi manevi tartıda taşkınlık etmeyesiniz de Allah-u Teala’nın emirlerine hükümlerine itaat ve hukukla riayet edesiniz. ]
 
 
ve ekıymul vezne bil kıstı ve la tuh¬sirul miyzane
“ve vezni/ölçüyü kıst/kıstas adalet ile ikame/yerine getirin doğru yapın
 ve miyzanı/tartıyı ahser/hasret hüsran eksik tutmayın.”
“Tartmayı doğru yapın tartıyı eksik tutmayın.”
 
“Mizan”ın 
- “adalet”  
- “tartı” veya 
- “hak” olarak üç defa zikredilmesi  
“İnsan-ı Kamil”in gayesi olan seyrini anlatmaktadır  
1 – “Ahsen-i Takvim” üzere gerçek değeri özü hakkı olan “Zat-ı İlahi”de var edilişidir. 
 
2 – “Esfel-i Safilin”e inişidir. 
       Burası “insan” olarak hakkı olan alemleri en latifinden en kesifine kadar “hakkal yakıyn” müşahede etmesi öğrenmesi ve “Zat-ı İlahi”nin ona “insan”  olmanın hakkını vermesidir. 
       “Kulluk” mertebesine inerek bilinmekliğini en ince noktasına kadar öğretmesi Hak olarak iyiyi ve kötüyü de göstermesidir insan bunları kendinde bütünleştirmeli birleyebilmelidir. Cenab-ı Hak kendini sevmenin hakkını burada vermektedir. 
 
3 - Yeniden “Ahsen-i Takvim”e yükselişi. 
      Bütün bu bilgileri edindikten talim ettikten sonra “Zat-ı İlahi”nin hakkını vermek; “Esfel-i Safilin”‘de kalmamak gerekir. 
      Tüm zıdları birlemiş olarak bu alemde Zat’ın hükmünü yerine getirmektir.
       Diğer bir yönden gaflette yaşayan insana bir uyarıdır  
       ilk var edilişinin (Hak üzere) “venefahtü” nün hakkını vermek için önce İslamiyete davettir. 
       Gafletten “şeriat”a geçiş için bir çağrıdır. 
 
Allah-u Teala mizanı koydu: 
Cennet ve cehennem de bir mizandır. 
Bu ayet-i kerime şeriat mertebesinde yaşayanlara bir davettir. 
Haksızlık ve taşkınlık edip “bütün İslam abidliktedir bedenin ibadetindedir” deyip ikinci bir gaflete düşmemek için bir uyarıdır. 
 
Rahmani gaflete düşmemek için bir uyarıdır. 
Seyr-i sülüka başladıktan sonra dünya ve ahiretten geçen salik “fenafillah”a ulaştıktan sonra tekrar (belki de en büyük gaflet olan) bu “fenafillah”ta kalma arzusunu yenmek için bir uyarıdır. 
 
Muhammedîliğin hakkını vermek için bir çağrıdır  
İnsan-ı Kamil olarak marifet ilmini hakkı olanlara hakkıyla vermek için bir çağrıdır.
 
1 - İlk  mizan  kelimesi “sema”lardan sonra zikredilmektedir. 
 
Burada “sema”aynı zamanda aklın da “sema”sıdır. 
İnsanın “aklı” başındadır. Baş ise yüksektedir. 
Yani Allah (c.c) “onu yükseltti” ufkunu idrakini yükseltti açtı. 
Yani “ey gaflette yaşayan kişi! Uyan! Bak sana bu kadar akıl verdim. Kendi hakkını yeme! Bir seyrin var yola soyun ve başla!” Denmek istenmiştir.
 
2 - Ve “mizan”ı koydu; bu ikinci mizan artık iki mizan arasındaki mertebelere haksızlık etmeyin taşkınlık yapıp orada oyalanmayın. 
Aklı taşıyan baş semaya yükseltilmiş ama onu taşıyan beden ise yere basmaktadır. Her ikisinin de hakkını vererek seyrinize devam edin diye ayette uyarı vardır.
 
3 - Üçüncü mizan artık seyri tamamlamak için bir uyarıdır. Tartıyı adaletle tutun doğrultun ve eksik yapmayın deniliyor. 
 
 
Burada artık seyrini tamamlayan salike 
batın ve zahir; 
dünya ve ahiret  
şeriat ve marifet arasında dengeyi hukuku sağlayın. Hiç birinin hakkını eksik vermeyin. 
“Zülcenaheyn” iki kanadın da hakkını veren ancak yükselebilir. 
Dışınız sapasağlam dosdoğru bu alemde; 
içiniz    Hak ile daim dolu olsun.
 
Bu mizanlardan sonra bu hakkı da yerine getirdikten sonra bizi yine batınından zahirine göndermektedir. Bu husus hemen bir sonraki ayette gayet açık belirtilmektedir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor: 
[Ayarsız tartı kullanmayın hem de tartarken insaf ve adaletle dosdoğru tütün. İster söz ister fiil olsun her hususta tartma işini adaletle yapın. Kendiniz için tartarken de diğer tarafı ağır tutmayınız. Hepsinde terazinin dilini doğru tütünüz ve tartıyı aksatmayın eksiltmeyin. Teraziyi kötü niyetli kullanmak suretiyle ahirette mizanınıza yazık etmiyesiniz diye O Rahman mizanı koydu ve göğe yükseklik verdi.]
 
 
(55/10)
vel arda veda’aha lil enami
“ve  en’am/canlı varlıklar için arz/yeri veda’aha/onu yerleştirdi koydu ihdas etti”
“Allah yeri canlı varlıklar için meydancı getirmiştir.”
 
Bütün varlıklar meydana gelince onların beslenebileceği bir mahal lazım gelmektedir îşte yukarıda da belirtildiği gibi yeşillikler ve ağaçlar secde etmektedirler. Onları meydana getirdi ve hayvanları da nebatlardan hayatlarım sürdürür hale getirdi insanları da diğer varlıklardan hayatlarım sürdürür hale getirdi.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor: 
[Arzı alçak gönüllü kıldı aşağı serdi
“En’am” lügatta “halk” yahut “cin ve insan” yahut “yeryüzündeki mahluklar” demektir.]
 
 
(55/11
fiyha fakihetün vennah¬lü zatül ekmami  
“fiyha/orada/hakkında fakihe/meyveler ve zatül ekmami/salkımlı tomurcuklu nahl/hurma ağaçları vardır.”
 “Orada meyveler salkımlı hurma ağaçları vardır.”
 
Orada meyveler vardır. Yani yeryüzünde meyveler vardır. Salkım salkım hurmalar vardır. 
Her ne kadar burada dünya meyvelerinden bahsediliyorsa da “ilim meyveleri” kasd edilmiştir. 
Yani bu dünyada öyle ilim meyveleri vardır ki mana aleminden yani “Rahman”ın nefesinden salkım salkım sarkmaktadır. Yeter ki toplayalım değerlendirelim.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor: 
[Onda birçok meyve vardır. Hurma ağacı vardır. Meyvelerin çiçeği tomurcuğu vardır. Dalları kabukları vardır.]
 
 
(55/12) 
vel habbü zül as¬fi verreyhanü  
“ve zül as¬f/hububat sapı habb/taneler tohumlar 
  ve reyhan/rayiha güzel kokulu.”
“Taneler güzel kokulu otlar vardır.”
 
Taneler yiyene fayda verir reyhan güzel kokuşu ile çevresini de faydalandırır mest eder. 
“Tane” kişinin kendi kurtuluşu hidayeti seyri için faydalı olan ilimlerdir.
“Reyhan” ise kişinin çevresindekilere seyirlerini kolaylaştırıcı başkalarına faydalı olabileceği ilimlerdir.
 
Öyle taneler vardır ki çiçeklenmiş tomurcuklanmış ve onlar kokular içersindedirler. 
Yani o konuşulan sözler içerisinde o sohbetler içerisinde öyle çekirdekler taneler özler vardır ki “Rahman”ın neşesinden hakikatinden Rahman çiçekleri açmaktadır. 
Bu vahdet çiçeklerinde ne güzel kokular vardır. İnsanı mest eder. 
Bu ayet “Nefes-i Rahman’ın kokusu Yemen’den geliyor” diye geçen hadisin ifade edildiği yerdir.
 
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor: 
[Ve o çimli daneler; buğday arpa gibi hububat ki taze çim yapraklar içinde yetişir. Ve o yapraklar kuruduğu zaman saman olur. Ve bu suretle hem kendilerinden istifade edilir hem de yapraklarından. 
Reyhan ki burnu temizler a’sab ve ruha neş’e verir. Reyhan; güzel kokulu demek olup güzel kokulu otların hepsine böyle denir. ]
 
Bununla beraber  İbn-i Abbas’tan  burada rızık manasına olduğu da nakledilmiştir
 
(55/13
febieyyi ala-i rabbiykü ma tükezzibani?
“bu halde/öyleyken Rabbinizin nimetlerinin hangisi ile kezzib/yalanlarsınız
 “Ey inanlar ve cinler! Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini! yalanlarsınız. ?
 
Kur’an-ı Kerim’de hiçbir sürede bu kadar çok ikaz ifade eden ayetler topluluğu yoktur. 
Rahmaniyyet “Rububiyyet” mertebesine verdiği özellikleri Rab da “mülk” yani “ef’al” mertebesine sunduğunda buradaki varlıklar onlardan yararlandılar ve yararlanıyorlar.
 
Bu varlıklar içinde iki cins bireysel şuurlu varlık vardır ki zaten hitap da onlaradır. 
Bunlardan birincisi olan “insan” aynı zamanda “halife” olarak da var edilmiştir. 
Cinler ise kendi alemlerinde insanın toprak olan beden varlığından daha latif olan ateşten halk edilmişlerdir.
 
Aslında her iki cins de Rablerine ibadet etmek için var edilmişlerdi. 
 
Kur’anı Keriym  Zariat Suresi 51. sure 56. ayette     
 
ve ma halaknel cinne vel inse illa liya’büduni
“ve cinleri ve insanları illa/ancak bana ibadet etsinler diye halkettim 
“Ve cinleri ve insanları yaratmadım ancak bana ibadet etsinler diye -yarattım.-
 
Ne yazık ki kendilerine zahir batın her türlü nimeti veren Rablerine karşı genelde gaflet içinde olduklarından bu hitaba maruz kaldılar.
 
Rahmaniyyet mertebesinden izah edilen bu hadisede ef’al mertebesinin şuurlu varlıklarının kendilerini terbiye eden Rububiyyet mertebesine pek de sıcak bakmadıkları anlaşılmaktadır. 
 
Zahir ve batın her türlü nimet içinde olan insan ve cin topluluğuna yapılan tekliflerin nefs-i emmarelerine zor gelenlerini inkar etmeyi kalkmaları bu ihtarı almalarına sebep olmalıdır.
 
Bu süre içinde 31 defa tekrar edilen ayet-i kerime herhalde tesadüfi değildir.
Bunların 10 ar adedi “Rahmaniyyet” “Rububiyyet” “Melikiyyet” (yani ef’al) mertebelerinin 
“ilmel yakıyn”
        “aynel yakıyn” ve
  “Hakk’al yakıyn”;
1 adedinin de kişinin kendinde var olan “hakikat-i ilahiyyeyi” yaşaması gerektiğini ikaz etmekte olduğudur. 
“31” sayısmın rakamlarının yerlerini değiştirirsek “13” olur. Bu sayı da aleyhisselatu vesselam efendimizin şifre rakamıdır 
 
Yapmamız gereken şey Kur’an-ı Kerim’in hakikatlerim en iyi şekilde anlamaya çalışmaktır. 
Dikkat edildiğinde bu ikazın ilk defa 13. üncü ayette ifade edilmeye başlandığını da görmekteyiz.
 
Elmalı’lı Hamdı Yazır bu ayet hakkında şöyle diyor:
[Nimeti yalanlamak inkar ile nankörlük etmektir. Nimetin nimet olmasını inkar veya nimeti verene nispetini inkar veya her ikisini inkar manasını ifade eder. Mesela hem Kur’an öğretiminin bir nimet olduğunu hem de bunun Allah (c.c)’ in bir nimeti olduğunu inkar ederler. Var oluşun lisanın yerin ve göğün adalet ve mizanın nimet olduğunu inkar edenler de bulunmaktadır. Meyvelerin yiyeceklerin ve koklanacakların nimet olduğunu inkar etmeseler de Allah (c.c)’a nispetini açıkça veya işaretle inkar edenler de çoktur. Hitap ins ve cine olduğu içindir ki var edilmişlerin hepsi buna dahildir.]
 
“Rab” isminin açıklanması da “azarlama şiddet” ifade etmektedir. 
Yani “Ey o var edilmişlerin gizli ve aşikar iki kısmım teşkil eden insanlar ve cinler. Şimdi siz bunları işittikten sonra Rabbinizin (Rahman Teala’nın) şu dinleyip gördüğünüz türlü nimetlerinden hangi birine yalan deyip de nankörlük edersiniz?  Hiç böyle bir nimete ve sahibine nankörlük edilir mi?” 
Bunun için Rahman Suresi okunurken dinleyenlerin her sefer bu ayetin okunduğunda cinnilerin de dediği gibi; “Hayır! Nimetlerinden hiçbir şeyi yalanlamayız. Ey Rabbimiz sana hamd olsun!” denmelidir.
 
İsmail Hakkı Bursevî bu ayeti açıklarken şöyle bir hadis nakleder; 
[Cabir (r.a)’dan şöyle rivayet edildi: 
“Allah Rasülü bize Rahman Suresini sonuna kadar okudu. Sonra da: “Bakıyorum susuyorsunuz cevap verme yönünden cinler sizden daha iyi.”
“Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?” ayeti kendilerine her okunduğunda mutlaka şöyle cevap verirler: 
“Ey Rabbimiz! Nimetlerinden hiçbirini yalanlamayız. Sana hamd olsun!”]
 
 
(55/14
halekal insane min salsalin kel fahhari  
 “fahhar/balçıktan pişmiş çamurdan yapılan çanak çömlek gibi 
   salsal/çın çın ses veren kuru balçıktan 
   insanı halketmiştir”.
“insanı pişmiş çamur gibi balçıktan var etmiştir”.
 
“Halakal insane” yukarıda üçüncü ayette de geçmişti. 
(55/03 “halekal insane”
Burada (55/14) tekrarlanmasının sebebi insanı diğer yönüyle yani bedensel yönüyle halk edilişini anlatmaktadır. 
Bu türden izahlar birçok ayette belirtilmiştir. Yeri olmadığı için biz sadece bu ayetle iktifa edeceğiz.
 
Bu ayette (55/14) “Adem”in salsal/balçık çamurdan halk edilişi anlatılmaktadır. 
Çamurdan halk edilen insanın heykeli yani bedensel yapısıdır. 
 
Yukarıda (55/03) halkıyyetinden bahsedilen ise gerçek “insan-ı Kamil” gerçek muhabbet ehli ilahi tecelligah mahallidir.
 
“Rahmaniyet”in kendi bünyesinde meydana getirilen insan “Nefes-i İlahi”nin marifetini murad etsin alemi bilsin. 
Zira nefsini bilen kimse alemde zahir olan Rabbini de bilir. “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözü burada yankılanmaktadır.
Kim ki bu Rahman’ın varlığını hakikatini idrak ederse; geniş manada nefsini bilmiş olur.
 Çünkü bir başka ifade ile “nefes” diye bahsedilen şey aslında “nefis”tir. 
Bu “nefis” de Hakk’ın kendi varlığı kendi hakikatidir. 
 
Burada “nefes” olarak      ilahi varlığı düşündüğümüzde; 
             “nefis” olarak da birimsel varlıkları düşünüyoruz. 
 
“Nefis o şeyin hakikatidir”. 
Alemde her ne kadar varlık varsa (hayvandan melekten cinden şeytandan insandan) bunların her birerlerinin özellikleri “nefs” hükmündedir. 
Ancak bu “nefs” ifadesi daha ziyade insan için kullanılmaktadır. Çünkü bu mananın insanda en geniş şekilde zuhuru ve tecellisi mevcuttur.
 
İşte “Nefes-i İlahi” bütün bu alemde Hakk’ın varlığı olduğundan “İlahi Nefis” olarak ortaya çıkmaktadır. 
 
“Nefes” derken;  
 “üstün” ile okunursa “nefes” olmaktadır. 
 “cezm” ile okunduğunda “nefs” olmaktadır. 
 
Kelimeler aynı fakat harekelerin değişmesiyle ifadeler de değişmektedir. Ancak bu ifadelerin değişmesiyle gerçek değişmiş olmuyor hakikat değişik yönleriyle açıklanmış oluyor.
 
“İlahi Nefs” Cenab-ı Hak “Vacib’’ül Vücüd” Hazretleri bütün bu varlıkları meydana getirmeden evvel önce nefesini yani “Nefes-i Rahmani”yi vererek bu alemleri meydana getirdi. 
 
İnsanın kendi içindeki gizli bilgi sanat ilim v.s. ancak “nefes” ile dışarıya çıktığı ve sözlere büründüğü zaman bilinmektedir; nefesinden meydana çıkmaktadır  yani insanın gerçek kimliğinden gerçek varlığından meydana gelmektedir.
 
Hak yolunda yolculuk yapan kimsenin ulaşacağı yer de işte bu kendi varlığındaki gerçek kimliğidir. 
Bu yolculuk esnasında bazı merhalelerden geçer ve bilgiler toplar cem eder.
1 - Birinci cem “ef’al alemi”ndeki  ayrılıkları bir araya toplamaktır. Gördüğümüz tüm fiillerin asıl kaynağının Cenab-ı Hak olduğunu anlamaktır. 
Murad-ı ilahi böyle istediği için her şey bu şekilde cereyan etmektedir. İşlerin hepsini O düzenliyor. 
Bu şekilde düşünmeye gerçeği anlamaya başladığımız zaman bütün alemde tek güç tek varlık tek enerji olduğunu müşahede edebiliyoruz. Ef’al alemini bünyemizde idrakimizde toplamış (cem etmiş) oluyoruz.  Bu da “Ef’alî Cem”dir.
 
2 - Bundan sonra isimler alemine “Esma’’ül Hüsna” bir bakıma da mana alemine geçmiş oluyoruz. Bütün isimlerin aynı varlığın değişik ifadeleri olduğunu müşahede ettiğimizde isimleri toplamış oluyoruz. Bu da “Esmaî Cem” dir.
 
3 - Sonra sıfat alemine geçilip bütün varlıkların sıfatlannın O varlığın tek sıfatı olduğunu müşahede edebiliyoruz. Bu suretle de “Sıfatî Cem” gerçekleşmiş oluyor. Bunun için bir örnek verelim:
İnsan bir sofraya oturduğunda önünde birçok çeşit yiyecek ve içecekler bulunur. Tatlısı tuzlusu etlisi meyvesi v.s. İnsan bunları yedikten sonra bütün bu farklı yiyecekleri kendi bünyesinde toplamış ve cem etmiş olmaktadır. 
Her yemek de zaten çeşitli malzemelerin terkibiydi bir nevi cem idi. insan bunları yemekle “cem’ül cem” etmiş ve artık o farklı varlıklar onları yiyen insanın bedeninin bir parçası olmuşlar ve hayatinin devamım sağlamışlardır.
Yiyip içilen şeyler iç bünyede değişime uğradıktan ve terbiye edildikten sonra “insan” terkibini meydana getirmektedir. 
Elma yediğimizde o elmanın bazı molekülleri gözümüzü bazı molekülleri ciğerimizi bazıları kanımızı v.s. oluşturmaktadır bir kısmı da dışarıya atılmaktadır.
 
İşte kim ki “Cem’ül Cem”e ulaştıysa onun için artık farklı varlıklar kalmamaktadır. “Şu kafirdir” “şu müslümandır” diye ayırım kalmaz. 
Her varlığı bir esmanın zuhuru olarak görür. Bu görüş “vahdet” görüşüdür. Ancak bu mertebeye ulaşan kimselere has bir yaşantıdır. 
 
Şeriat mertebesinde kafir kafirdir; müslüman da müslümandır. 
Vahdet hukuku farklı bir hukuktur. Ariflerin kullandığı gönül ehlinin mana ehlinin hukukudur.
 
Cenab-ı Hak bu alemi hayal üzere var ettiğinden gerçek vahdet hukuku bu hayal aleminde geçerli değildir. Bu var zannedilen alemde bakışlar ve bilişler de hayaldir. 
 
Yunus Emre Hazretleri şöyle diyordu: 
“Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan şer’in evliyası da olsa hakikatte asi durur.” 
Yani o kişi vahdet açısından bakmadığından ayrı ayrı varlıkları var kabul ettiğinden şirk işlemiş olur. Hakikat aleminde bu görüş hatalı kabul edilir. 
 
Rasülüllah (S.A.V) Efendimiz şöyle buyurmuş: 
“Ben ümmetimin taşa toprağa ibadet etmesinden yani açık şirkinden korkmam gizli şirkinden korkarım.”
 
İşte kim ki Hak yolunda “makam-ı cem’ül cem’e” gelip cümle “ef’al” “esma” ve “sıfat”ları toplamışsa artık bu gerçeği de idrak etmiş olur. 
Bütün isim ve sıfatları kendinde bulur. Kendi benliğinde Hakk’ın varlığı benliği olduğunu anladıktan sonra geriye kimse kalmaz. Bütün mükevvenatı kendinde bulur. Bunu “yakıyn” bir ilimle bilmesi lazımdır.
 
İşte “cem’ül cem’e” varan kimse bütün bu alemdeki varlıkların hepsini kendi bünyesinde toplamış olur.
“Hakiki insan” bu cemlerin topluluğudur. Ancak bu dünya üzerinde yaşadığımız için bu dünyanın malzemesinden olan toprak bedenden bir elbise giydirilmişizdir. 
 
Bu ayet-i kerimedeki  (55/14) halkediliş toprak beden elbisesinde  
yukarıda (55/03) bahsedilen halkıyyet ise “hakikat-i insaniye” yönünden bahsetmektedir.
 
Ateş topraktan daha latiftir. Cinler ateşten halk edilmişlerdir. 
Bir sonraki ayette göreceğimiz gibi insanın cine karşı üstünlüğü daha uzun bir tekamül yolunun olmasıdır. “Esfel-i Safilin”e inişidir. Biraz daha kesafetleşerek uygun alıcı buldukları zaman insanlara kendilerini gösterebilirler. Ama bu görünüş hayali bir görünüştür.
 
Anlatmak istediğimiz şudur ki; insanın surete (görüntüye) gelebilmesi için tekamül yolunun uzun olmasıdır. 
Dolayısıyla insanın seyri yani Hakk’ın Zatından ayrılıp yer yüzüne gelme süresi ve mesafesi daha uzundur. Daha kemalli bir gidişat söz konusudur. 
 
Bir bakımdan cinlerden ve meleklerden insanın üstün olması bu yöndendir. Onlar insan kadar “Rahman”‘ın zuhurunu müşahede edip seyr edemezler. “Rahman”ı teferruatıyla bilemezler.
 
İnsan seyrinin daha uzun olması onun Cenab-ı Hakk’ı bütün halleriyle idrak ve ihata etmesini mümkün kılar.
 
Tekrar ayet-i kerimeye dönelim. 
İnsanın yukarıda belirtilen (55/03) halk edilişi “Rahmaniyet” yönünden;
bu ayetteki (55/14) halk edilişi ise kişisel ve bedensel yönden izah edilmektedir. 
 
Eğer insanın halk edilişinin sadece “Rahmaniyet” yönünden izahı yeterli olmuş olsaydı bu ayete gerek kalmazdı; 
ve tersine insanın bedensel olarak halk edilişinin izahı yeterli olmuş olsaydı daha önceki halk ediliş şekli  ve oluşumu izah edilmezdi.
 
Demek ki insanda çok değişik özellikler bulunmaktadır.  
“Rahmaniyeti” itibariyle “Ahsen-i Takvim” (en güzel kıvam)dadır. 
Bedensel yönüyle de             “Esfel-i Safilin”e   (aşağıların aşağısına)  
yani en uç noktaya uzanabilmektedir.
 
İşte bu (çamurdan halk edilişimiz) özelliğimiz bizi kaynağı ve anası olan toprağa yani dünyaya muhabbete aşağıya doğru çekmektedir. 
Diğer latif yönümüz “Rahmaniyet”e yukarıya doğru çekmektedir. 
 
Hazreti Mevlana Mesnevi şerifin basında bu hadiseyi şöyle terennüm etmektedir.
[Ney der ki:
  Beni kamışlıktan kopardıklarından beri iniltim kadın ve erkek herkesi ağlattı.
  Ayrılık bağrımı parça parça eylesin ta ki aşk derdini anlatabileyim.
  Her kim aslından uzak ve ayrı kalırsa o kavuşma anını bekler durur.]
 
Yukarıda “kamışlık” diye bahsedilen mertebe “Rahmaniyet” tecellisi olan “Alem-i Ervah”tır. 
 
Aslına olan iştiyakı Hz. Mevlana bu beyitlerinde hakikat mertebesi itibariyle ifade etmiştir. Bizlerin de vatan hasreti ile yanan bir tarafımız vardır. 
 
Hadis-i şerifte belirtilen “sıla-i rahim” (vatan ve akraba ziyareti) de batın yönünden bunu ifade etmektedir.
 
İşte kim ki bu iki yönü kendi bünyesinde dengelemeyi bilirse ikisinin de faaliyet sahasını idrak edebilirse salihlerlerden kurtulmuşlardan olur. 
 
 
Hem dünyanın hakkını (bedenin hakkını) vererek  
hem de asliyetinin yani ruhaniyetinin hakkını vererek irfaniyet ile yaşamını sürdürür. 
 
Birincinin hakkını verirken “er-Rahman” hakikatini idrak etmiş olur  
ikincinin hakkını verirken de “min salsalin”in hakikatini idrak etmiş olur.
 
Elmalı’’lı Hamdi Yazır bu ayet hakkında özetle şöyle diyor:
[ “Salsal” tıngır tıngır ses veren kuru çamur demektir. 
     “Fehhar” iyi pişkin saksı yani “fağfur” (porselen) gibi “çın çın” ses verecek kadar kurumuş hayattan o derece uzak kuru topraktır  
     ki insanın ilk çıkış yeri olan arz güneşin sıcaklığı karşısında bu derecede hayattan uzak iken Allah-u Teala ondan tavırdan tavıra bir sülale (soy) seçerek insanı yarattı.]