info@ellidokuz.com
Dolar Alış
:
32.4551
Dolar Satış
:
32.5136
Euro Alış
:
34.6559
Euro Satış
:
34.7183
Aranıyor, lütfen bekleyiniz...

İsra ve Mi rac Bahsi

D Ö R D Ü N C Ü   B Ö L Ü M
İSRA VE MI’RAC BAHSİ
 
BİRİNCİ KISIM
Bu gün 27-3-1987 Cuma günü Akşam bilindiği gibi Mi’rac gecesi idi bu sebeble sohbetimiz Mi’rac hakkında olacaktır.
 
(İsra Suresi 17-1)
Cenab’ı Hak “Mi’rac” hadisesinin birinci kısmını “İsra” Kur’an-ı Keriym’inde
sübhanelleziy esra bi’abdihi leylen 
minel mescidil harami ilel mescidil aksalleziy 
barekna havlehü linüriyehü min ayatina 
innehü hüvessemiyul besıyrü
ayat/ayetlerimizden
nüriyehu/ona/kendisine rüyet edelim/gösterelim için/diye
mescid’l haramdan 
havlehü/onun/kendisinin çevresini  barek/bereketli/mübarek kıldığımız 
mescidi’l aksaya değin/üzre  
abdihi/onun/kendisini kulu ile leyl/geceleyin 
esra/sera isra eden/yürüten o zat/şey  sübhan/fariğ/münezzehtir
innehü/kesin/muhakkak o hüve semi/işiten duyan basir/görendir
“Kulu Muhammed’i bir gece Mescid-i Haram’dan kendisine ayetlerimizi göstermek için çevresini mübarek kıldığımz Mescid-i Aksa’ya götüren Allahın şanı yücedir. Doğrusu o işitir ve görür” ayeti ile bildirmiş. 
 
Mi’rac hadisesinin ikinci kısmını ise
Kur’an-ı Keriyminde (Necm Suresi 53/1-18) belirtilmiştir yeri geldiğinde inceliyeceğiz.
 
Peygamber S.A.V. efendimiz Mi’rac hakkında şöyle buyur¬muştur:
 
Malik b. Sa’saa r.a’dan:
[Ben Kabe-i Muazzama’da iki kişi arasında uyku ile uyanıklık arasında yatmakta iken içi iman ve hikmetle dolu altından bir le¬ğen getirdiler. Boğazımdan karnıma kadar göğsümü yardılar. Zemzem suyu ile yıkayıp iman ve hikmetle doldurdular ve katır¬dan küçük merkebten büyük Burak denilen beyaz bir hayvan getirdiler Cibril ile birlikle gittik.
Birinci semaya gelince;
- “Kim o?” denildi. 
Cebrail:  “Cebrail” dedi. 
- “Yanındaki kim?” Denildi. 
Cebrail: “Muhammed” dedi. 
- “Ona buraya gelme daveti gönderildi mi?” denildi  
Cebrail: “evet” dedi.
- “Hoş geldi o ne güzel bir misafirdir!” denildi. 
Bunu müteakib Adem (as)’a geldim selam verdim. 
“Hoş geldin evlad ve pey¬gamber!” dedi.]
Bir rivayette şöyle: 
[Dünya semasına yükselince sağında ve solunda insan kalabalığı olan bir zat gördüm. Sağına bakınca gü¬lüyor soluna bakınca ağlıyordu.
 
 “Hoş geldin salih peygamber salih evlad!” dedi. 
- Ben: “Bu kim ey Cibril?” diye sordum. 
- Cibril: “Bu Adem (as)dır sağında ve solunda gördüğün bu kalabalık oğulları-nın ruhlarıdır. Sağındakiler cennetlik solundakiler de cehennem¬lik olanlardır. Bunun için sağına baktığı zaman gülüyor soluna baktığı zaman ağlıyor ” dedi.
 
Sonra ikinci semaya geldik.
- “Kim o?” denildi 
- Cebrail Al: “Ben Cebrail.” Dedi. 
- “Yanındaki kim?” denildi. 
- Cebrail Al.: “Muhammed.” Dedi. 
- “O’na buraya gelme daveti gönderildi mi?” denildi. 
Cebrail Al. “evet.” dedi. 
- “Hoş geldin ne güzel bir misafir geldi!” denildi.
Bunu müteakip İsa ile Yahya (as)lara rastladım. 
Her ikisi de: “Hoş geldin kardeş hoş geldin peygamber!” dediler.
Sonra üçüncü semaya geldik. 
- “Kim O?” denildi. 
- “Cebrail.” di¬ye cevap verildi. 
- “Yanındaki kim” denildi. 
- “Muhammed” diye ce¬vap verildi. 
- “O’na buraya gelme daveti gönderildi mi?” diye soruldu. 
Cebrail: “Evet” dedi. 
- “Hoş geldin ne güzel bir misafir gel¬di!” denildi. 
Bunu müteakip Yusuf (as)’a rastladım. Selam verdim.
- “Hoş geldin kardeş ve peygamber!” dedi.
Sonra dördüncü semaya geldik  
- “Kim o?” denildi. 
- “Cebrail” di¬ye cevap verildi. 
- “Yanındaki kim?” diye soruldu. 
- “Muhammed.” diye cevap verildi. 
- “Ona buraya gelme daveti gönderildi mi? De¬nildi. 
- “Evet” diye cevap verildi. 
- “Hoş geldin ne iyi misafir geldi!” denildi. 
Bunu müteakip İdris (as)’a rastladım. Selam verdim. 
- “Hoş geldin kardeş ve Peygamber!” dedi.
Sonra beşinci semaya geldik. 
- “Kim o?” denildi. 
- “Cebrail” diye cevap verildi.  
- “Yanındaki kim?” diye sorulu. 
- “Muhammed” diye cevap verildi. 
- “Hoş geldin ne iyi misafir geldi!” denildi  
bunu mü¬teakip Harun (as)a rastladık. Kendisine selam verdim. 
- “Hoş geldin kardeş ve peygamber!” dedi.
Sonra altıncı semaya geldik. 
- “Kim o?” denildi. 
- “Cibril” diye ce¬vap verildi. 
- “Yanındaki kim?” diye soruldu. 
- “Muhammed” denildi. 
- “Ona buraya gelme daveti gönderildimi?” diye soruldu. 
- Cibril “evet” dedi. 
- “Hoş geldin ne iyi misafir geldi” denildi. 
Buna mü¬teakip Musa (as)a rastladım. Selam verdim. 
- “Hoş geldin kardeş ve peygamber!” dedi. 
 
Kendisinden ayrılınca ağlamaya haşladı. 
Cenab-ı Hak kendisine: “Ne diye ağlıyorsun?” diye sordu. 
Musa (as) “Ya Rabbi benden sonra peygamber olan bu delikanlının ümmetinden cennete benimkinden daha fazla insanlar girecektir bunun için ağlıyorum.” dedi.
 
Sonra yedinci semaya geldik. 
- “Kim o?” denildi. 
- “Cibril” diye cevap verildi. 
- “Yanındaki kim?” diye soruldu. 
- “Muhammed” diye cevap verildi. 
- “Ona buraya gelme daveti gönderildi mi ki?”. 
- Cib¬ril “evet” dedi. 
- “Hoş geldin ne iyi misafir geldi.” denildi. 
Bunu müteakip İbrahim (as)a rastladım. Selam verdim. 
- “Hoş geldin evlad ve peygamber!” dedi. 
Derhal bana “Beyt’ül Ma’mür” gösteril¬di. 
Cibrile sordum. 
Cebrail “Bu Beyt’ül Ma’mür’dur. Her gün yet¬miş bin melek orada namaz kılar ve çıkarlar çkarlar da bir daha artık oraya dönmezler” dedi.
 
 
Bana “Sidre’tül Münteha” da gösterildi. 
Bir de ne göreyim  
- Bu ağacın meyveleri meşhur Hacer beldesinin büyük destileri  
- yap¬rakları da büyüklükte fillerin kulakları gibi idi. 
- Altından dört ne¬hir kaynıyordu ikisi batın ikisi zahir. 
Cibrile bu nehirler hakkın¬da sordum. 
- Cibril (as).: “Batın yani görünmeyen iki nehir cennet¬te zahir yani görünenler de Nil ile Fırattır.” dedi.
 
Bir rivayetle: 
sonra o kadar yükseğe çıkarıldım ki orada mukadderatı yazan kalemlerin sesini işitir oldum.
Sonra üzerime elli (50) vakit namaz farz kılındı. Döndüm. 
Musa. (as)’a gelince  
- Musa bana: “Ne oldu?” diye sordu. 
“Üzerime elli va¬kit namaz farz kılındı.” dedim. 
- Musa (as): “Ben insanları senden daha iyi tanırım. Beni İsrail ile çok uğraştım. Senin ümmetinin buna gücü yetmez. Rabbine dön bu namazları azaltmasını niyaz et!’ dedi. 
Döndüm niyaz ettim. Allah bunları kırka indirdi. 
Sonra yi¬ne Musa (as)’a geldim. Aynı şeyi söyledi. 
Döndüm Allah namazla¬rı otuza indirdi. 
Yine aynı şey tekrarlandı. 
Döndüm Allah namaz¬ları yirmiye indirdi. 
Yine Musa (as)’a geldim. Aynı şeyi söyledi. 
Döndüm Allah’a niyaz ettim. Allah namazları beş vakte indirdi. 
Yine Musa (as)’a geldim “Ne yaptın?” dedi. 
“Allah namaz vakitlerini beşe indirdi” dedim. 
Musa (as) yine gidip daha da indirmesi için Allah’a yalvarmamı söyledi ise de
ben: “Hayır razı oldum” dedim. 
Bunun üzerine Allah larafından bir nida geldi: 
“Farzım ke¬sinleşmiştir. Kullarıma gerekli kolaylığı yaptım. Her iyi iş mukabilinde da on sevap vereceğim”. *(1)
 
 
*(1) TAC Terc’ümesi çilt 3 sayfa 486
 
İsra ve Mi’rac! Evvela kısaca bu iki kelimeyi lügat manası ve harfleri itibariyle anlamağa çalışalım. 
“İsr” kelime olarak “gece yü¬rüme”  
“Mir’ac” ise “merdiven yükselme” demektir.
 
Kur’anı Kerimin bir çok yerinde “Ya beni israil” denildiğinde bu lakap bize evvela Yakub (as) oğullarını ve soyunu hatırlatmakta¬dır. 
Kardeşi ile aralarında meydana gelmiş bir anlaşmazlık yüzün¬den bulunduğu yeri terkederken geceleri yürüyerek yol aldığından kendisine bu lakab verilmiştir.
 
Bu gün için ise “isr” kelimesinin ifadesi! “ey gece yürüyen”  
yani “gece kalkıp mana aleminde namaz dua zikr ve tefekkürle (yol alan) Allah dostlarının çocukları” manasında olmalıdır. 
 
“İSR” (elif sin ra) harflerinden meydana gelen bu kelime de;
elif  → insan;  (birinci) 
sin  → insan;
ra   → rububiyyet hakikatlerini ifade et¬mektedir.
- Buradaki  (elif) yani birinci insan  
daha henüz insanlık mertebesine erişmemiş ancak kendisinde bu kabiliyet ve gayret bulunan ve namzet olan insandır  
 
- ikinci insan  (sin) ise
gerçek in¬san olma yolunda yürüyen ve benliğini aşan kimse demektir. 
 
- (ra) rububiyet yani esma isimler mertebesini ifade etmektedir.
 
Böylece Mi’rac’ın birinci bölümünün mertebe ve ifadesi: 
Hak yolunda seyr’ini sürdüren kişinin belirli eğilimlerle kendisini “rububiyyet” “esma” alemi itibariyle tanımaya başlamasıdır.
 
“Mi’rac” (mim ra elif cim) harflerinden oluşmuştur.
Mi’racın ikinci kısmını ifade eden bu kelime de 
mim → ha¬kikati Muhammedî
ra   → Rahmaniyet
elif   → Ahadiyet
cim     → Cemal-i İlahidir.
 
Hal böyle olunca çıkan mana: 
“ey gönül aleminde yürüyerek esma alemine ulaşan oradan Hakikat-i Muhammedi ile Rahmaniyet alemini idrak ederek sıfat zat ve Ahadiyet mertebelerine yükselip böylece ilahi cemali seyre başlayan kimse” ol¬makladır.
 
İşte bu oluşum İnsanlığın temel gayesidir. Yani bu alemin hakikatini ve kendi hakikatini idrak etmektedir.
 
Adem (as)da 
“ve nefahtü” (Hicr 15/29) 
yani “Ruhumdan nefhettim” hükmü ile başlıyan “esfeli safili”nden aslına dönüş 
“men reani fekad reel Hak” ile 
yani “bana bakan ancak Hakk’ı görür” hükmü ile Zatına ulaşıp kemale ermiş oldu.
 
İşte bu yüzden Mi’rac hadisesi bizler için çok önemli bir olu¬şum ve bilgi kaynağı olmalıdır. 
Eğer Mi’rac yapılamamış olsaydı insanlık asla ebedi varlığa ulaşamaz hasret ve gurbette kalırdı.
 
“Hakikat-i Muhammedi”nin yer yüzünde zuhur mahalli olan peygamber/rasul ve İnsan-ı Kamil/Hazret-i Muhammed (as) olmasaydı insanlık alemi için bu oluşum hayal olurdu. 
 
İnsanlığın o zatın şahsında ulaştığı son nokta “Mi’rac”tır. O yüzdende kendisi son peygamber kitabı da son kitap olmuştur ve sadece o gecede in¬san beyni “Akl-ı kül” itibariyle tam kapasite ile çalışmıştır. 
 
Bilindiği gibi insan beyni “Akl-ı cüz” itibariyle yaklaşık %6-8 kapasite ile çalışmaktadır. Gayemiz bu çok değerli atıl kapasiteyi daha geniş ufuklara “akl-ı kül”e  yöneltip arttırmak olmalıdır.
 
İlk Mi’rac (yükseliş) olayı İdris (as) hakkın¬da bildirilmiştir.
(Kur’an-ı Keriym’de Meryem Suresi 19/56-57 ayetlerinde)
vezkur fiy’l kitabi idriyse innehü kane sıddıykan nebiyyen (56)
ve refa’nahü me¬kanen aliyyen (57)
ve idrisi kitapta (içinde/hakkında) zikret/an
innehü/kesin o sıddık/doğru/samimi nebiyy/peygamber idi (56)
ve aliy mekan olarak refa’nahü/onu/kendisini refiğ/yükselttik (57)
“Ey Muhammed! Kitab’da İdris’e dair söylediklerimizi de an;
çünkü o dosdoğru bir peygamberdi. Onu yüce bir yere yükselt¬tik.” 
Bu hususta bir çok rivayetler vardır dileyen araştırabilir yeri olmadığı için bu kadarla iktifa ediyoruz.
 
İkinci Mi’rac (yükseliş) olayı Musa (as) hakkında bildirilmiştir. 
(Kur’an-ı Keriym’de A’raf  Suresi 7/143 ayetinde)
 “ve lemma cae musa limiykatina ve kellemehü rabbühü 
  kale rabbi eri¬niy enzur ileyke kale len teraniy 
  ve la¬kininzur ilel cebeli feinistekarre meka¬nehü 
  fesevfe teraniy 
  felemma tecella rabbühü lil cebeli ce’alehü dekken 
  ve harre musa sa’ıkan 
  felemma efaka ka¬le sübhaneke tübtü ileyke 
  ve ene evvelül mumıniyne”
ve mikatımız/tayin ettiğimiz vakit (ibadet süresi yeri) için
musa cae/geldiğinde/gelince
ve rabbühü/onun/kendisinin rabbi
kellemehü/ona/kendisine kelime ettiğinde/konuşunca  
dedi ki rabbim bana rüyet/göster ki 
sana değin/üzre  nazar edeyim/bakayım
dedi  ki len teraniy/asla beni rüyet edemez/göremezsin
ve lakin/ancak cebel/dağa değin/üzre nazar et/bak 
bu halde meka¬nehü/onun/kendisinin mekan/yerinde 
eğer karar/sabit/sakin olur durursa 
artık/bu halde  beni rüyet edecek/göreceksin
bu halde cebel/dağ için/diye rabbühü/onun/kendisinin rabbi  
cella/tecelli ettiğinde/nuru tesir edince 
ce’alehü/onun/kendisini ca’l etti/kıldı dekken/yerle bir ufalandı 
ve saik/ölü/baygın olarak
musa hare/yukardan aşağı düştü yere kapandı
bu halde fevk/iyileştiğinde/ayılınca sen sübhan münehzehsin dedi  
sana değin/üzre tevbe ettim
ve ene/ben müminlerin  evvel/ilkiyim
“Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip Rab¬bi onunla konusunca 
Musa: Rabbim! Bana Kendini göster. Sana bakayım” dedi. 
Allah: “Sen Beni göremessin ama dağa bak eğer o yerinde kalırsa Sen de Beni göreceksin” buyurdu. 
Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düşdü; ayılınca 
“Ya Rabbi münezzehsin sana tevbe ettim ben inananların il¬kiyim” dedi.
 
Rabbının sesini çok yakından işiten Musa (as) 
“Rabbim hana kendini göster. Sana bakayırn” dedi 
bunun üzerine “len terani” sözüne muhatap oldu yani “sen beni göremezsin” dedi  
Çünkü Museviyet tenzih mertebesi itibariyle düzenlenmiştir. 
 
Bu mertebe de tenzih eden ve edilen ikiliği vardır dolayısıyla Hakk’ı müşşahede etmek mümkün olmamaktadır.
 
Üçüncü Mi’rac (yükseliş) olayı İsa (as). hakkında bildirilmiştir. 
(Kur’an-ı Keriym’de Ali İmran Suresinde 3/55)
 “ya ıysa inniy müteveffiyke ve rafi’uke ileyye 
ya isa inniy/muhakkak/kesin benim 
seni müteveff/vefat ettiren öldüren
ve bana değin/üzre (lehime) seni rafi’u/refiğ eden kaldıran
“Ey İsa!  Ben seni eceline yetireceğim seni kendime yükselteceğim.” 
 
(Kur’an-ı Keriym’de Nisa Suresinde 4/158)  
bel refe’ahullahü ileyhi 
bilakis/doğrusu ona/kendine değin/üzre/doğru  allah refi etti/yükseltti
“Allah onu kendi katma yük¬seltti.”
 
İnsanoğlunun ezeli arzuusu olan aslına yani Rabbına ulaşma duygusu yavaş yavaş tatbik sahasına konmuş her peygamber kendi mertebesi itibarile bu yolda birer menzil kaletmiş ve niha¬yet “Hakikat-i Muhammedi”nin dünyadaki zuhuru olan Hazret-i Muhammed’in S.A.V Mi’rac-ı ile kemale ermiştir şimdi onun Mi’racım gayretimiz nisbetinde anlamağa ve tatbik etmeye çalışalım.
 
Yukarıda belirtilen hadis ve ayetler de Cenab-ı Hak Mi’rac hadisesinin hakikatlerim o günün insanına o günün anlayışı içersinde bir çok misaller vererek anlatmıştır. 
Bu misaller de o günün in¬sanının düşünebileceği tahayyül ve tasavvur edebileceği şekillere büründürülerek ifade edilmiştir. Bu günün insanı o gün verilen misalleri daha iyi yorumlamaktadır. Bu günün insanının aklı şu¬uru yaşantısı görüşüde çok süratli artmış ve genişlemiştir.
 
O gün çölde yaşayan insanların kendileri için değer arzeden vahası suyu kırbası devesi ve hurması idi. Böyle dar bir çerçeve¬de yaşayan insanlara Cenab-ı Hakk’a giden Mi’rac yolunu anlat¬mak her halde pek kolay bir iş değildi. Ancak Kelam-ı İlahi en güzel ifadelerle hem o günün hem de ilerki zamanlarda gelecek insanların da anlayışlarına sunulan gizli ifadeleriyle izah edilmeye çalışılmıştır.
 
Ey salik! Dikkat et ki bu olay aynı zamanda senin de Mi’racın’dır. 
“Regaib” gecesi itibariyle Hakk’a olan rağbetin arttığında  
“Mevlüt” gecesi ile ifadesini bulan “Hakikat-i Muhammedi” gönlünde doğar. 
Faaliyele geçen Hakikat-i Muhammedi yaşamı güçlenerek “Berat” gecesi ifadesiyle nefsinden kurtuluşun beratını alır ve Mi’rac yolculuğuna çıkmaya namzet olursun gayretini eksiltmezsen yoluna devam edersin.
 
Hazrel-i Rasullullah’ın basından geçmiş İsra ve Mi’rac hadisesi din mevzuları arasında izahı en güç olanlardan biri veya birin¬cisidir. 
Bu oluşumu daha iyi anlamak için “Hazarat-ı Hamse” beş hazret mertebelerini *(2) bilmek faydalı olur. 
 
Ancak at ve deve hızını bilen bir kavme gecenin çok kısa bir zaman diliminde bütün alemleri gezerek gördüğünü ve bunu ispatlıyarak gerçek olduğunu anlatmak o kadar kolay olmasa gerek. En hızlı vasıtanın at ol¬duğu bir devirde sonsuz alemlere açılıp bu alemlere gidiş gelişin nasıl bir vasıta ile yapıldığım izah etmek ancak onların seyahat vasılalarına benzer bir şekilde “attan küçük katırdan büyük” söz-leriyle ifade edilmiştir. 
 
“Burak” ismi verilen bu vasıtadan sonraki yükselişe merdiven ve daha sonraki yükselişe de “Ref Ref” tabiri kullanılmıştır.
 
İsra “Burak” ile yapılmıştır bunun “Berk”ten geldiği yani yıl¬dırım ışık hızı gibi bir şey olduğu bildirilmiştir.
 
*(2) “İrfan Mektebi” adlı kilamızda kısaca anlatıldı
 
Şimdi gelelim Mi’racın birinci bölümünü bildiren
İsra Süresinin ilk ayetine; (İsra Suresi  17/1)
 “sübhanelleziy esra bi’abdihi leylen 
  minel mescidil harami ilel mescidil aksalleziy 
  barekna havlehü linüriyehu min ayatina 
  innehü hüves semiyul besıyrü”
ayat/ayetlerimizden
nüriyehü/onu/kendisini rüyet edelim/gösterelim için/diye
mescidi’l haramdan 
havlehu/onun/kendisinin havl/çevresini 
barek/bereketli/mübarek) kıldığımız    
mescidi’l aksaya değin/üzre (uzağa görülemeze)
leyl/geceleyin abdihi/onun/kendisinin abd/kulunu
esra/sera/isra eden yürüten zat sübhan/fariğ münezzehtir
innehü/muhakkak/kesin o hüve  semi/işiten duyan basir/gören
 “Kulu Muhammed-i bir gece Mescid-i Haram’dan kendisine bir kısım ayellerimizi göstermek için çevresini müba¬rek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren Allah’ın şanı yücedir. Doğrusu o işitir ve görür.” Şekliyle belirtilen bu Ayet-i kerimeyi daha yakından incelemeye çalışalım.
 
Başta ifade edilen “sübhan” kelimesi “tenzih” mertebesi itibariyle Allah c.c demektir. 
 
“Tenzih” ise Cenab-ı Hakkı c.c her türlü kusur noksan şerik gibi hallerden uzak bilmektir. 
 
Mi’rac Hz. Rasülüllah’ın seyri sülük’udur. 
Ümmetleri olmamız hasebeyle bizim de Mi’racdan nasibimiz vardır bunu belirtmek için hadisi şerifle “namaz mü’minin miracıdır” buyurmuştur. *(3)
 
Peygamberimizin s.a.v. yaşamış olduğu bu hadise düşüncelerimizin tamamen fevkinde ve dışında olan bir hadisedir. Maddi ölçülerle ifade edilemiyen Allah’ın zatında meydana getirmiş ol¬duğu hakikatler manzumesidir. 
Dolayısıyla beşeriyelimizle bunları anlamamız mümkün değildir. Ancak Akl-ı cüzü’müzü Akl-ı kül’e ulaştırabilirsek mümkün olabilir; bu da bir eğitimdir. 
 
Aslında Mi’rac bir gecede değil seyri sülük ile oldukça uzun bir sürede meydana gelir ancak bir geceye hasredilmesi toplu olarak anlatılması icabıdır.
 
*(3) “Salat” isimli kitabımızın incelenmeside yarar vardır
İşte bu yüzden “sübhan” yani Allah c.c her türlü noksanlıktan “tenzih” edilir. Onun gücü beşeriyet aklı ile idrak edilemiyen her türlü işi yapacak kudrettedir.
 
“elleziy” “O öyle bir Allah’tır ki” 
“esra bi’ahdihi leylen”  “kulunu gecenin bir vaklinde yürüttü” ifadesiyle genel an¬lamda yorumlanan ayetin bu bölümüne öz anlamıyla bakmağa çalışalım.
 
“esra”  “yürüttü” yani kendi gerçek hakikatine yürüttü  
“bi abdihi” “kulu ile” yani abdiyyet ve ulûhiyet mertebeleri ile 
“leylen” “gecenin bir vaktinde” yani beşeriyetinden yok olduğunda  
“minel mescidil harami ilel mescidil aksa” 
“Mescid-i Haram¬dan Mescid-i Aksa ya” “yürüttü”
 
Şimdi; ayet-i kerimenin bu bölümünde akla bir sual geliyor  
- niçin Mi’rac doğrudan “Kabe-i şerif”den olmadı da Kuds-ü şerife gi¬dip oradan vaki oldu?
 
- El cevap: Çünkü Kabe-i şerif “beytullah”tır. “Allahın evi”  
“makam-ı zat”tır mertebe-i ahadiyyet’tir.
Orada gerçek anlamda var olan daima “Gönül Mi’rac”ındadır. 
Hz. Rasullullah devamlı Hakkı’ın huzurunda olduğundan devamlı Mi’rac halindeydi. 
Bu oluşumu ümmetlerine de bildirmesi için zahiren de Mi’racın olması gerekiyordu. 
 
İşte o sebebden; 
zat aleminin ifadesi olan “Mescid-i Haram”dan 
sıfat aleminin ifadesi olan “Mescid-i Aksa”ya 
“ulûhiyyet” “rububiyyet” ve “ahadiyyet” mertebeleri itibari ile yürüttü.
Bunun için zat ale¬minin dışına çıkılması lazım geldi ki tekrar zat alemine dönüş ya¬ni Mi’rac mümkün olsun.
 
Şimdi; tekrar başka bir yönden “Mescid-i Aksa”nın ne olduğunu idrak etmeye çalışalım. 
 
“Aksa” lügat manası itibarile “en uzak en son nihayet” demektir. 
Hal böyle olunca “Mescid-i Aksa” en uzak mescid anlamındadır yani yapıldığı tarihlerde “Mescid-i Haram”a en uzak mübarek mescid olarak vasıflandırılmıştır. 
Bilindi¬ği gibi bu mescid “Küds-ü şerif”te ve diğer ismi de “Beyt-ül Makdis”tir.
 
“Kulunu gecenin bir vakti Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürüttü” ifadesi  
“Makamı Zat”tan Makam-ı Zatıyla yürüttü ki oradan “Esma” ve “Ef’al” alemlerine nüzul ederek (inerek) alemdeki tüm zuhurları müşahede edip tekrar “uruc” ederek (yükselerek) zatına ulaşsın yani Mirac-ı Hakiki’sini yapsın.
 
“Kuds-ü şerif” yani “Mukaddes şehir” ve orada “Beyt-ül Makdis” ve “Mukaddes ev”  
İşte Cenab-ı Hakk’ın “sıfat” mertebesinin ifadesi olan bu terimler aynı zamanda “Mertebe-i İseviyet” ve “Museviyetin” de kaynağıdır. 
 
“Mertebe-i Muhammedîyye”nin kaynağı ise “zat”tır ve onun ifadesi de “Beytullah” “Beytül Haram “Beytül Atik” ‘Mescid-i Haram” “Kabe” gibi kelimelerle belirtilmektedir.
 
Yukarıda “Mescid-i Aksa’nın en uzak mukaddes mescid” ol¬duğu ifade edilmişti. 
İşle bu terimin batıni manası budur ki içinde yaşadığımız genel olarak bir alem özel olarak bu dünya ve has olarak bu bedenler ilahi zuhurun sonu yani en son mertebesi olduğundan “mukaddes beyt”tirler.
 
Ey talib-i Hakk! Kendi hakikatini ve alemin hakikatinı iyi an¬lamaya çalış. Üzerinde bulunduğun şu dünyada birimsel varlığınla ve nefsinle yaşarsan orası sana “esfel-i safilin” olur. 
Eğer gerçek kimliğinle ilahi benliğinle yaşarsan orası senin “Kuds’ün” mukad¬des şehrin ve “Beyt-ül Makdis” mukaddes evin olur. 
Oradan da Hacc’ını ifa ederek “Beytullah”a dahil olursan “Allah ehli / ehlullah” zat ehli olur ve emin beldenin sakinleri arasına girerek ebe¬dî zat ehli olursun.
 
Yeri gelmişken kısaca şu ayetlere de bir bakalım. 
(Et-tin Suresi  95/1-2-3-4-5)
 “vettiyni vezzeytuni” (1)
“ve turi siyniyne” (2)
“ve hazel beledil emiyni (3) 
“lekad halakne’l insane fiy ahseni takviymin (4) 
“sümme redednahü esfele safiliyne (5) 
ve tiyn/incir andolsun (1)
ve zeytin andolsun (2)
ve haze/o (şu) beledi’l emiyni/ güvenli emin belde (3)
lekad/gerçekten andolsun 
ahseni takviymde (hakkında) insanı halkettik (4)
sonra illa/ancak iman edenler ve salih/yararlı amel edenler müstesna  
esfele safiliyne/ sefillerin en sefiline
 redednahü/onu/kendisini irda/düşürdük aşağıya indirdik (5)
 
“İncire zeytine Si¬na dağına emin heldeye “Mekkeye” and olsun ki Biz insanı en güzel suretle tüm varlığı ile halk ettik sonra onu “esf’el-i safiline” reddettik (gönderdik)” denmektedir. 
 
Batınî anlamda; 
“incir”          vah¬dette kesret  yani    “Birlikte çokluk”. 
“Zeytin” ise kesrette vahdet  yani    “çokluklaki birlik” anlatmaktadır. 
 
“Turusinine” “sine turu” yani kişinin ruh alemindeki turları yükselişlerini ifade etmektedir. 
 
“Ve hezel beledil emin” Emin belde “Mekke” şehri yani içinde Al¬lah’ın evinin bulunduğu şehir. 
Diğer yönüyle Cenab-ı Hakk’ın za¬tî zuhurunu bütün mertebeleriyle zuhura getiren “Hazret-i İnsan”  
İşte Mekke’de “kabe” insan-ı kamilde “gönül” emin beldedir. Kim oralara sığınırsa her şeyden emin olur.
 
“Biz insan-ı en güzel surette halk ettik” ifadesiyle kendini bile¬rek tanıyan ve 
(Hicr Suresi 15/29)
 “ve nefahtü fiyhi min ruhiy” 
“ben ona ruhumdan nefy ettim” (üfledim) sırrına vasıl olmuş olan insana ne mutlu. 
Zahir ve batın; (ef’al esma sıfat ve zat) mertebele¬rini cami olarak zuhur eden Cenab-ı Hakk’ın zatî zuhurunu meydana getiren kendini ve nefs’ini tanıyan o mübarek insan zahîr ve batın en güzel surette halk olmazda hangi varlık olur?
 
 “Sonra esfel-i safilin-e reddettik” (gönderdik) ifadesiyle  
“zat aleminden →  sıfat alemine ” 
“sıfat aleminden →  esma alemine”
“esma alemin’den de → ef’al alemine gönderdik” denmekledir. 
 
İşte ef’al alemi en uç zuhur son zuhur nihaî zuhur;  
en uzak mescid “Mescid-i Aksa” ifadesiyle belirtilmiştir.
 
Dolayısıyla üzerinde yaşadığımız yer kürede gaflet haliyle yaşadığımız zaman “esfel-i safilin” “aşağıların aşağısı” fakat gerçek anlamıyla yaşağıdımız zaman ise mukad¬des şehir “mukaddes ev” “Beyt-ül Makdis” olmaktadır.
 
Ne olaydı ey insan! üstünde yaşadığın yerin gerçek halini ve kendi üstünde taşıdığın yükün ne olduğunu gerçek anlamıyla bir bilebilseydin!
 
Ef’al alemine gelmiş olan kimse aldığı eğitim ile geçtiği yol¬lardan tekrar geri dönerek yine 
“ef’al’den   →  esma’ya ”  
“esma’dan →  sıfata”
“sıfattan     → zat alemine” mir’ac eder (yükselir). 
 
“Beytullah” “Mescid-i Haram” gibi ifadeler de zat mertebesini belirtmektedir.
 
 “elleziy bareknâ havlehü” 
“O öyle bir beyt ki biz onun etrafını mübarek kıldık.”
Yani mukaddes şehirde bulunan mukaddes evin etrafını da mübarek “bereketli” kıldık. 
 
Sıfat mertebesi itibariyle gerçek yaşamını sürdüren kişinin bulunduğu yer mübarek şe¬hir ve kendi de mübarek evdir. 
Dolayısıyla çevresi de mübarekti bereketlidir. Ona yaklaşan Allah’a yol bulur. Burası gerçek “İseviyet mertebesi”dir.
 
“linürriyehü inin ayatina” 
“ayetlerimizden bazılarını göstermek için” kulunu Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksaya yürüttü. 
“Ayet ” Kur’anın kısa bölümlerinin ifadesi olduğu gibi ayrıca “işa¬rı” anlamına da gelmektedir. 
Murad-ı İlahi böyle işaretlerle zatını tanıtmayı ve oraya giden yolu açmayı diledi ve bu ibareleri kullandı. Böylece zalına ulaşan yolu Mi’rac hadisesinin tümü içersinde bildirmiş oldu yeterki bizler bunları anlamağa çalışalım.
 
 “innehü hüvessemiul basiyru” 
“muhakkak ki o işitir ve gö¬rür.” 
Tabiiki bu merlebeye ulaşan “Sıfat” mertebesi itibariyle Hak sözü işitir ve gerçekleri görür.
 
İsra suresinin 1 inci Ayetinde;
Mi’rac hadisesinin birinci bölümü olan 
“Mescid-i Haram’dan” / “Kaideden” → “Mescid-i Aksa-ya”/ Kudüs-e gidiş anlatılmakladır. 
 
İkinci bölüm olan göklere açılış ise “Necm” suresi 53/1-18 ayetlerinde anlatılmaktadır. 
 
Oraya geçmeden evvel bazı oluşumları da idrak etmeye çalışmalıyız.
 
Alâi tefsirinden Alûsinin naklettiğine göre genel olarak Mi’racın oluşumundaki seyr 5 şekilde bildirilmiştir.
 
1 - Burak 
2 - “Mİ’rac” “merdiven” 
3 -  Melekler ile
4 -  Cebrail ile
5 - Ref ref  
ayrıca birde dönüşü vardır.
 
 
 
-  Mekke’den → Kudüs-e “Burak” ile; 
-  Küdüsten →  semaya “Mi’rac” “mer¬diven” ile; 
-  yedi kat sema melekler ile; 
- oradan Sidretül Münteha’ya Cebrail’in kanatları ile; 
- daha yukarıya da Ref ref ile gidilmiştir diye bildirilmiştir. 
 
Bu ifadeler hem “mecaz” hem de gerçektir. Ma¬na aleminde öyle yaşamlar vardır ki hakikatlerim anlamak ancak müşahede ile mümkün olur. 
Değişik bilgi ve idrak düzeyinde olan kimselere bazı ince hakikatler “mecaz” yani misallerle ben¬zetmelerle anlatılmağa çalışılır.
 
Hz. Mevlana Mesnevî-i şerifin Birinci cildinde “mecaz hakika¬tin köprüsüdür” diye buyurmuşlardır. 
Kur’an-ı Kerimde de (Haşr Suresi 59/21)
 “ve tilkel emsalü nadribüha linnasi le’allehüm yetefekkerune” 
ve tilke/bu emsal/misaller örnekler nas/insanlar için  
biz onu/kendisini  darb/veriyoruz getiriyoruz
umulur ki onlar tefekkür ederler 
“Bu misalleri insanlar düşünsünler diye ve¬riyoruz” diye buyurmaktadır. 
Eğer mecazi ifadeler kullanılmasaydı hakikatleri çok dalıa az kimseler anlayabilirdi. 
İşte Mi’rac hadisesini de daha çok kimselerin anlayabilmesi için mecazî ifadeler kullanılmıştır irfan ehli mecazları köprü yapıp onların hakikatlerine kanat açar.
 
Hz. Rasullullah cfendimizin Mi’racı bir gecede meydana gelen bir oluşum değildir. 
Belki Hira dağındaki tefekkürlerinin ve ibadetlerinin ilk günlerinden başlıyarak o geceye kadar süren ortala¬ma 15 senenin neticesidir. 
 
İşle ey salik! Mi’rac etmek isliyorsan nasıl çalışman gerektiğini anlamaya gayret et.
 
Yukarıda Mi’racın 5 yükseliş hali bildirildi. 
Diğer bir ifadeyle;
ilk Mi’rac ef’al aleminde kendini tanıma  
ikinci Mi’rac ef’al aleminden →  esma alemine  
üçüncü Mi’rac esma aleminden → sıfat alemine  
dördüncü Mi’rac sıfat aleminden →  zat alemine yükseliş  
beşinci Mi’rac ise kişinin zat aleminde kendini bulmasıdır.
 
Mi’rac’ın bedensel mi yoksa ruhen mi yapıldığı hakkında çok sözler vardır. 
Genel yargı hem ruhla hem de bedenle olduğu yo¬lundadır. 
 
 
 
Bizim anlayışımıza göre ise “Mekkeden Kudüse” kadar olan yolculuk beden ve ruhla  
oradan ötesi ise sadece ruh ve şu¬urla yaşandığı istikametindedir. 
“Allah-u alem” (hakikatini Allah bilir.)
 
İleride bu mevzua tekrar temas etmek üzere şimdilik bu kadarla bırakıyoruz.
 
 
D Ö R D Ü N C Ü   B Ö L Ü M
İSRA VE Mİ’RAC BAHSİ 
İKİNCİ KISIM
 
euzu billahi mineşşeytanirraciym bismillahirrahmanirrahiym 
elhamdülillahi rabbil alemiyn 
vessalatü vesselamu ala rasulina muhammedin 
ve ala alihi ve eshabihi ecmain...
 
Birinci kısımda 
İsra süresi 1. Ayetinde bahsedilen Mescid-i Haram’dan → Mescid-i Aksaya kadar olan gidişi incelemiştik. 
 
Bu bölümde ise Mescid-i Aksa’dan → göklere çıkışı ve orada oluşan ha¬diseleri incelemeye inşallah çalışacağız.
 
Ey irfaniyet ilmine talip olan kişi; bu hadise aynı zamanda se¬nin de Mi’racın’dır. Şu mevzu’u okurken bütün dünya muhabbet-lerini bir tarafa bırakarak tefekkür edersen çok büyük fayda sağlıyacağın muhakkaktır.
 
Kur’anı Keriymin 53. üncü süresi olan Necm Süresinin ilk 18 Ayelinde göklere çıkış anlatılmaktadır. 
vennecmi iza heva (1) ma dalle sa¬hıbüküm ve ma ğava (2)
ve ma yentı¬ku anil heva (3) in hüve illa vahyün yuha  (4)
allemehü şediydü’l kuva (5) zü mirretin festeva (6) 
ve hüve bil ü¬fükıl ala (7) sümme dena fetedella (8) 
fekane kabe kavseyni ev edna (9) fe¬evha ila abdihî ma evha (10)
ma ke¬zebel fuadü ma rea (11) efetümarune¬hü ala ma yera (12)
ve lekad reahü nezleten uhra (13) ınde sidretil mün¬teha (14)
ındeha cennetül me’va (15) iz yağşessidrete ma yağşa (16)
ma za¬ğal basarü ve ma tağa (17) lekad rea min ayati rabbihil kübra (18)
(01) ve vakta (hani) ki hevey/battığında/inince  necm/yıldıza andolsun
(02) eshab/arkadaşınız dalalet etmedi/yanılmadı ve gavey/sapmadı 
(03) ve heva/nefsin isteğinden/havadan nutk etmez/konuşmaz  
(04) “hüve” illa/ancak sadece vahyedilen  vahiydir
(05) kuva/kuvvetleri olan şedid/pek çetin allemehü/onu/kendisine allem etti/öğretti
(06) zü/sahibi mere/akıl/asalet/kuvvet bu halde seviye buldu/düzeldi doğruldu
(07) ve “hüve”  ala/yüce ufuk ile
(08) sonra dena/yaklaştı bu halde tedelli etti/eğildi şarktı tevazu gösterdi   
(09) bu halde kabe kavseyni/iki (2) yay/aralığı mesafe oldu yahut edna/daha yakın
(10) bu halde abdihî/onun/kendisinin abd/kulu değin/üzre evha/vahyettiğini vahyetti
(11) fuad rüyet ettiğini/gördüğünü kezeb/tekzib etmedi/yalanlamadı
(12) rüyet edilen/görülen üzerine/karşı efetümarune¬hü/artık onu/kendisini  merey/birbirinizle çekişiyor tartışıyor musunuz
(13) ve lekad/gerçekten/andolsun uhra/diğer bir daha nuzülde/inişte onu/kendisini rüyet görmüştü
(14) sidreti’l mün¬teha/sedir ağacı münteha/son/nihayeti indi katı/yanı
(15) ındeha/onun/kendisinin indi/katı/yanı meva/sığınak/barınak cennetidir
(16)  o vakit gaşy/kaplayan bürüyen sidreyi gaşiy ediyor/bürüyordu
(17) meyletmedi/sapmadı/ayrılmadı basar/basir/göz ve taga/haddi/sınırı aşmadı  
(18) lekad/gerçekten/andolsun rabbihi/onun/kendisinin rabbının kübra/en büyük ayat/ayetlerinden  rüyet etti/gördü
 
(Vennecmi iza he-va...........) 
Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak dini Kur’an dili” adlı tefsirinden cilt 7. s. 286
Mealen
01 - İnmekte olan yıldıza and olsun ki.
02 - Arkadaşınız sapmadı ve azmadı.
03 - O hevadan arzularına göre konuşmaz.
04 - O’nun konuşması kendisine vahy edilenden başkası değildir.
05 - O’nu müthiş kuvvetleri olan biri öğretti.
06 - Ki o akıl ve reyinde kuvvetli bir melektir hemen gerçek melek şeklinde doğruldu.
07 - O en yüksek ufukta idi.
08 - Sonra Cebrail ona yaklaştı ve sarktı.
09 - Onunki arasındaki mesafe iki yay kadar yahud daha az kaldı.
10 - Kuluna verdiği vahyi verdi.
11 - Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı.
12 – O’nun gördükleri hakkında kendisiyle tartışacak mısınız?
13 - And olsun o’nu bir kez daha görmüştü.
14 - Sidretül Münteha’nın yanında
15 - Ki Cennet’ül Me’va o’nun yanındadır.
16 – Sidre’yi kaplayan kaplıyordu.
17 - Peygamberin gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı.
18 - And olsunki o Rabbinin ayetlerinden en hüyüğünü gördü. 
Böylece Mi’rac hadisesiyle ilgili ayetler bitmiş oluyor.
 
Şimdi burada dikkat çeken bir konu var mevzua girmeden evvel ona bir göz atalım.
İsra Suresinde Mi’racın hakikatinin başlangıcı 1.inci ayetinde  
yine İsra Suresinden 1.ayet ve Necm Suresinden 18 ayet bu ha¬diseden bahs ediyor ikisini topladığımızda 19 oluyor. (1+18=19) bakın acaba bu bir rastlantı mıdır? Rastlantı değil tabii ki!
 
Şimdi 18 ne idi? 19 ne idi? evvela kısaca bunları bilmemizde yarar var. 
(18) on sekiz bin alemin ifadesidir. 
İşte on dokuzuncusu (19) da “İnsan-ı Kamil” dir neden?
Çünkü bütün bu alemleri kendi varlığında idrak ve ihata etmiştir. Kuran-ı Keriym’deki on dokuz (19) sayısının bir özellik arz elmesi bu yüzden olmaktadır.
 
Esasen on sekiz (18) bin alemin zuhura getirilişi o bir Tek “Vahid” “Ahad” olan “İnsan-ı Kamil” in yüzü suyu hörmelinedir. 
 
O’nun için Kuran-ı Keriym’de 19 sayısı “İnsan-ı Kamil”in rumuzudur. Fakat ne yazık ki bunun gerçeği genel olarak bilinmemekledir. 
 
(Enbiya Suresi 21/107)
ve ma erselnake illa rahmeten lil alemiyne 
ve illa/sadece  alemler rahmeti için seni irsal etik/gönderdik
 “Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” buyruldu.
 
On dokuz’un (19) harflerini ayırırsak yani 1 ve 9 meydana geliyor toplarsak  (1+9=10) oluyor; onunda arasını açarsak (1 - 0) bir ve sıfır meydana geliyor.
Burada ki 
(1) bir      Hakk’ın birliğini Ahadiyet mertebesini  
(0) sıfır da onun aynasını yani bu alemleri ifade ediyor.
 
Ahadiyet mcrtebesi; 
- kendinde mevcut hakikatleri zuhura çı¬karmayı diledi;
- bu alemleri zuhur mahalleri olarak halk eyledi 
- ve kendini onlarda seyr’e haşladı. Böylece alemler o’nun aynası “aynısı” oldular.
 
Dolayısıyla alemlerin kendilerine has özel birer var¬lıkları olmadığından (0) sıfır yani “yok” hükmünde oldular  
(1) in yuvarlanarak (0) sıfır’ı meydana getirişi gibi bu alemleri de (1) olan Ahadiyet mertebesi meydana getirdiğinden hakikatte (1)den başka hiçbir şey yoktur o da ezelî ve ebedî olan ve her mertebe¬de zuhur eden Hakk’ın ta kendisidir.
 
(1) bir gerçek varlık “Ahadiyet” “İnsan-ı Kamil”  
(0) sıfır ise “hiçlik” ve “ayna”dır. 
 
 
 
Eğer sıfırın ortasından bir çizgi geçirirsek ( 0 ); 
o zaman bunun bir tarafı kadim  
                          bir tarafı  hadis olur. 
Yani kadim varlığı kendinden ezeli olan  
diğeri ise hadis sonradan meydana gelen kadimin gölgesi’dir. 
 
Bu mevzuu daha sonra “Kaab-ı kavseyn” ayetinde tekrar ele alacağız. 
 
Böylece 1 ve 18 sayılarının kısaca özetlerini gördükten sonra tekrar gelelim Necm Suresi’nin baş tarafına
 
(Necm Suresi 53/1)
 “vennecmi iza heva” (1)
 (01) ve vakta (hani) ki hevey/battığında/inince necm/yıldıza andolsun
“İnmekte olan yıldıza and olsun ki” 
 
“necm” yıldız demektir. 
“iza heva” yukarıda belirtilen mana da “inmekte olan yıldıza and olsun” şeklindedir. 
Buradaki “heva” kelimesine alimler bir çok değişik manalar ver¬mişlerdir ve pek çok izahlarda bulunmuşlardır. 
 
Biz bu “heva” kelimesini bir satır aşağıda geçen 
(Necm Suresi 53/3)
ve ma yentı¬ku anil heva (3)
(03) ve heva/nefsin isteğinden/havadan nutk etmez/konuşmaz  
03 - O hevadan arzularına göre konuşmaz.
 
yani “o kendi nefsi “heva”sından konuşmaz” şeklinde ifadesini bulduğu şekliyle düşünmek istiyoruz.
 
Bu ayette “heva” kelimesi Hz. Peygamberin kendi varlığından nefs-i hevasından konuşmadığı şeklinde ifadesini bulduğundan havaiyat olarak da düşünmeyi uygun görüyoruz. 
 
Her merte¬bede değişik manalar ifade eden Kur’an ayetlerim sadece bir ma¬na ile ifadelendirsek çok büyük haksızlık etmiş oluruz hadis-i şe¬riflerde Kur’an ayetlerinin bir çok manaları olduğu açık olarak ifa¬de edilmiştir.
 
Şimdi biz burada Hak yolunun yolcuları salikler yönünden baktığımızda verilmesi gereken mana şöyle oluşmaktadır. 
 
 
 
 
(Necm Suresi 53/1)
 “vennecmi iza heva” (1)
 (01) ve vakta (hani) ki hevey/battığında/inince necm/yıldıza andolsun
 yani
“yıldızın heva olduğu zamana and olsun ki” 
 
Kur’an ayetlerini mutlak surette iki yönlü  
yani afa¬ki ve enfüsî olarak biri genel manada diğeri de kendi içimizdeki yaşam şekliyle anlamak zorundayız. 
 
Çünkü Kur’an-ı Keriym’in bütün insanlara genel hitabı olduğu gibi;
bir de tek tek birey birey her birerlerimize “nüzulü” inişi vardır. 
 
O yüce kitaptan ne kadar ayet-i kerimeyi idrak etmişsek bizim özel Kur’an’ımız o kadar oluş¬muş olur. 
İşte bu dünyadaki en büyük kazancımız kendi Kur’an’ımızı mümkün olduğu kadar geniş manalı oluşturmak olacaktır.
 
“Necm” yıldıza afakî manada batmakta veya doğmakta olan yıldıza diye ifade edilmişse de;
biz burada enfüsî manası itibariy¬le şahsımızda yaşanması gerektiği şekliyle baktığımızdan bu yıl¬dızın her birerlerimizde mevcud olan ve baş tacı etrneye çalıştığımız nefs yıldızı olduğunu idrak etmemiz zor olmayacaktır. 
 
Meseleye bu yönüyle baktığımızda meydana gelen ifade “batmakta olan nefsi heva yıldızına and olsun ki” şeklinde oluşmakladır. 
Burada dışarıdaki yıldızları araştırmak yerine hemen yakınımızdaki kendi nefs yıldızını tanımaya çalışmak daha gerçekçi olacaktır.
 
Böyle değerlendirdiğimiz zaman bizde varlığını var “zanettiğimiz” aslında “heva” olan 
yani “bizim hevamızdan kaynaklanan o benlik yıldızının söndüğü zamana and olsun ki” diye bu¬yuruyor Cenab-ı Hakk.. 
 
 Bizim beşeriyetimizden kaynaklanan “hevayı hevesimiz” nedeniyle kendimizi bir yıldız gibi gördüğümüzden bunun sönüşüne de ayette “inmekte olun yok olan yıldıza yemin olsun ” şeklinde ifade edilmiş bulunuyor...
 
Böylece Cenab-ı Hak bizlere o kadar güzel bir misal getiriyor ki bahs edilen mana oluşmazsa “Kuds-ü şerif”ten gök yüzüne uruc “Ahadiyet” mertebesine yükselme mümkün olamıyor. 
 
Senin benlik “nefs” yıldızın sende olduğu sürece gök yüzüne uruc etmen ne yazık ki mümkün olamıyacaktır. 
 
 
 
Bu hakikati iyi anlamaya çalışalım. 
“Senin benliğin sende oldukça ibadet bile etsen Gönül Ka’ben meyhaneye döner” diyen zat ne güzel söylemiştir. 
Senin heva yıldızın sende yandığı parladığı seni o aydınlattığı sürece Hakikat-i İlahiyyeye ve Hakkani nurlanmaya yolun yoktur. 
 
O hal¬de seni aydınlattığını zannettiğin küçücük heva yıldızını söndürüp terk edip Hakikat-i Muhammed-i kameri ve ilahiyat güneşi ile ay¬dınlanmaya çalışmak lehine olur.
 
(Necm Suresi 53/2)
ma dalle sa¬hıbüküm ve ma ğava (2)
(02) eshab/arkadaşınız dalalet etmedi/yanılmadı ve gavey/sapmadı 
“Arkadaşınız sapmadı ve azmadı.” 
 
“ma dalle sa¬hıbüküm” 
“sizin sa¬hibiniz delalette değildir ” yani onda “Mudil” isminin tesiri yoklur ancak onda “Mudil”in karşıtı olan “Hadi” isminin tesiri vardır. 
 
“ve ma gava” 
“onda azgınlık da haddi aşma da yoktur.” 
Bu azgınlığı meydana getiren şeyler; 
“Aziz” “Cebbar” “Mütekebbir” isimlerinin zu¬hurlarıdır.
Aziziyyet Cebbariyet Mütekebbiriyyet onda meydana gelmez. 
 
Ancak adaleti temin gayesiyle yeri geldiğinde bunları kar¬şı tarafın menfeatı için kullanır onlarla tasarruf eder fakat onların tesiri altında kalmaz.
 
(Necm Suresi 53/3)
ve ma yentı¬ku anil heva (3) 
(03) ve heva/nefsin isteğinden/havadan nutk etmez/konuşmaz
 “O “heva”dan arzularına göre konuşmaz” 
O bir şeyler anlatıyorken kendi hevasından nutk etmez kendi nefsinden kelam söylemez. 
Bura¬da yine heva kelimesi geldi “hevayı heves” olarak değerlendirildi yukarıda aynı kelimeyi biz de heva olarak kullandık. 
 
Kendi he¬va yıldızının sönmesi ile ancak Hz. Rasulullahın hakikatini anlayacak duruma gelmesi mümkün olabilebilmektedir. 
 
 
Hz. Rasulullah’ın hakikatini kamer yani ay ayın ondördü bedr olarak düşünürsek 
senin yıldızın sende olduğu sürece ona bakmazsın; 
yıldızından aydınlandığını zannedersin ama sana yıldız gibi görünen hevanı ortadan çıkarınca karşında kalacak olan “bedr-i münir” nurlu kamer/ay olur. O da Hz. Rasulullah’ın nuraniyyetidir. 
O za¬man oradan feyz almaya başlarsın ve anlarsın ki 
“ve ma yentı¬ku anil heva” 
“o hevasından konuşmuyor” 
neden konuşmuyor? 
Sen o halin ile “heva”nı attıktan ondan kurtulduktan sonra  
o ki “levlake levlak lema haektül eflak” 
yani “eğer sen olmasaydın olmasaydın bu alemleri halk etmezdim” Hadis-i Kudi’sinin muhatabı olan “ilahi zuhur” mahalli Hz. Muhammed S.A.V. efendimiz kendi heva’sından konuşur mu? 
İstese de konuşamaz çünkü kendisinde “Mudil” ismi bulunmadığından onun meydana getireceği heva’nın da olması mümkün değildir. Dolayısıyla o hevasından ko¬nuşmaz.
 
Peki öyle ise nasıl konuşur? 
(Necm  Suresi 53/4)
in hüve illa vahyün yuha  (4)
(04) “hüve” illa/ancak sadece vahyedilen  vahiydir 
“O’nun konuşması kendisine vahy edilenden başkası değildir.” 
Kendi heva yıldızının sönmesi ile ancak Hz. Rasu¬lullah’ın hakikatini anlayacak duruma ermesi mümkün neden? 
Çünkü Hz. Rasulullah’ın hakikatini kamer olarak düşünürsek ayın on dördü bedir gibi düşünürsek  
senin yıldızın sende olduğu sürece ona bakmazsın; 
yıldızından aydınlandığın sürece de ondan aydınlanmazsın. 
 
Fakat yıldızın olan hevanı ortadan kaldırdıktan sonra o zaman karşında kalacak olan bedir/ay’dır dolayısıyla o da Hz. Rasulullah nuraniyetidir o zaman oradan feyz almaya başlarsın ve anlarsın ki 
(Necm Suresi 53/3)
ve ma yentı¬ku anil heva (3) 
(03) ve heva/nefsin isteğinden/havadan nutk etmez/konuşmaz
 “O “heva”sından arzularına göre konuşmuyor” 
neden konuşmuyor? 
Sen o halin ile heva¬nı attıktan ve kurtulduktan sonra o Hazret kurtulmamış mıdır?.... 
Bundan sonra artık onun için nefsinden konuşuyor diye bir şey düşünmek mümkün müdür..? 
Daha başlarda olan bir kimse belirli çalışmalarla heva yıldızını ortadan kaldırdıktan sonra 
Hz. Rasulullahı Aleyhisselatü vesselam efendimiz ki alemlerin güneşi olduğu halde kendisinde heva yıldızının tesiri olması mümkün değildir. 
 
Bunu anlayabilmek kendi yıldızının sönmesine bağlıdır. Senin yıldızın sende parladığı sürece dışarıya bakıp gerçekçi bir değer¬lendirme yapamazsın. 
 
Peki kendi hevasından konuşmadığına gö¬re nasıl konuşuyormuş? 
O zaman işte 
(Necm  Suresi 53/4)
in hüve illa vahyün yuha  (4)
(04) “hüve” illa/ancak sadece vahyedilen  vahiydir 
“ancak vahy ile konuşuyor.”
Kendi hevasından yıldızından konuş¬muyor “hakikat-i ilahi”den “ilahi nur”dan konuşuyor. 
O’nun yıldızı hevası yok olduğuna göre orada var olan güneş olmuş oluyor.
 
Görüntüde ay olmuş oluyor ama ay da ışığını güneşten aldığına göre orada var olan güneşin ta kendisi olmuş oluyor. 
Nasıl ki ay’ın aydınlığı güneşten geliyorsa o da hevasından konuşmaz  
 
(Necm  Suresi 53/4)
in hüve illa vahyün yuha  (4)
(04) “hüve” illa/ancak sadece vahyedilen  vahiydir 
“ancak vahy ile konuşuyor .” demesi Allah’ın kelamı kendisinden aksedip zuhura çıkıyor. 
Kelam Hakk’ın kelamıdır. Nasıl ki kamerdeki ışık; güneşin aydın¬lığı ışığı ise ondaki kelam da Hakk’ın kelamıdır.
(Necm Suresi 53/5)
allemehü şediydü’l kuva (5) 
(05) kuva/kuvvetleri olan şedid/pek çetin allemehü/onu/kendisine allem etti/öğretti
“O’nu müt¬hiş kuvvetleri olan biri öğretti”. 
Mi’rac ile ilgili ayetlere ve bütün ayetlerin zahirine baktığımız zaman zahir ehline hilab edecek çok güzel bir tertip görüyoruz. 
Ayetlerin batınına baktığımız zaman da balın ehli arifler için en geniş ve en derin bir tertipte olduğunu müşahede ediyoruz. 
 
İşte Kur’an-ı Keriyin’in zahirini olduğu gibi ayrıca batınını da anlayabilmek için kişinin mana alemindeki irfaaniyeti ne kadarsa bunun derinliğine ve genişliğine o derece ulaşması ancak mümkündür. 
 
Eğer şu meselelerin özüne nüfuz et¬memişse bir kimse bunun derinliğine inmesi mümkün değildir. 
Sadece kendi hayalinde kendi yıldızının aydınlattığı ve kendi yıldızının anlayabildiği kadar Mi’rac hadisesini anlamış olabilir ama bu hali gerçeği ile yaşanması mümkün olmaz. 
 
İşte bu oluşumları anlayıp da yaşamak için bu ayetlerin hakikatlerine nüfuz elmemiz gerekmektedir. 
Mi’rac olayının tamamen yaşanması bizlerin bu ayetlerin hakikatlerine nüfuz etmemiz gerekmektedir. 
 
Mi’r’ac olayının tamamen yaşanması bizler için mümkün olmayacağı tabi¬idir. Çünkü o Hz. Rasulallah’ın müstesna bir yaşantısıdır. 
Ancak bizlerde onun ümmeti olduğumuzdan; ve onun arkasından onun izlerini takip ederek onun açtığı yoldan gittiğimizden her halde bizler de biraz bir şeyler anlamamız gerekmektedir.
 
Önümüzde balta girmemiş bir orman olsun. Eğer buradan da¬ha evvel bir geçen olmamışsa bir iz de bırakılmış olmadığından o ormanda kayboluruz fakat daha evvel bir kimse o ormandan geçerken yollarda iz bırakmış ise biz de o izleri takip ederek tehlikesizce o ormanı aşabiliriz. 
 
İşte mana aleminin sonsuziğuna gi¬den Hz. Rasulullahın özelliklerim Cenab-ı Hak bizlere bu ayet-i kerimelerle bize açtığı yoldan anlatıyor ve bu yoldan siz de gelebildiğiniz kadar korkmadan Mi’racınıza gelin buyuruyor.
 
Daha yukarıda hakikati belirtilen (Necm Suresi 53/2)
ma dalle sa¬hıbüküm ve ma ğava (2)
(02) eshab/arkadaşınız dalalet etmedi/yanılmadı ve gavey/sapmadı
“Sizin sahibiniz sapmadı dalalette değildir ve azmadı ” ifadesiyle onun arkasından tereddütsüzce gi¬dilebileceği açık olarak ifade edilmektedir.
(Necm Suresi 53/5)
allemehü şediydü’l kuva (5) 
(05) kuva/kuvvetleri olan şedid/pek çetin allemehü/onu/kendisine allem etti/öğretti
“O’nu müt¬hiş kuvvetleri olan biri öğretti”.
 
Kur’an-ı Keriymde Cebrail (as) şiddet¬li kuvvetini gösterdiği bir çok hadiseler belirtilmiştir yeri olmadı¬ğı için ayrıntılarına girmiyoruz. 
Ancak sende Mertebe-i Cibrili id¬rak edersen sende de bir çok manevî idrak güçlerinin ortaya çık¬tığım anlarsın.
 
 
(Necm Suresi 53/6)
zü mirretin festeva (6)
(06) zü/sahibi mere/akıl/asalet/kuvvet bu halde seviye buldu/düzeldi doğruldu  
“Ki o akıl ve reyinde kuvvetli bir melektir hemen gerçek melek şeklinde doğ¬ruldu” 
Müfessirler belirtilen ayetlere değişik mertebelerden az farklı ifadelerle mana vermişlerdir. 
 
Ayete lügat manası ile baktığımızda; 
“zü” sahip 
“mirre” kuvvet Akıl Sağlamlık 
“zü mirre” “Halk Hasen Güzellik” yahud; “Bedi-i eserler ” anlamında
“istiva” Müsa¬vi oluş itidal istikamet v.s. anlamında belirtilmiştir. 
“istiva”nın ba¬şındaki “fe” de hemen bir oluşu ifade etmektedir. 
 
Yukarıda ayete mealen verilen manadan da yola çıkarak meleğin sadece bir kuvvet olduğunu düşünürsek bu kuvvetin de yanlızca Hakk’a ait olduğunu onda var olan güçlerin aslında Hakk’ın güçleri oldu¬ğunu; 
o mertebede esma zuhurunda bulunduğunu ve o geceye mahsus olarak “festeva” ifadesiyle “hemen doğruldu” yani  zat tecellisine başladığını düşünebiliriz. 
 
Başka bir ifade ile Cebrail perdesi altında zat tecellisine başlanmıştır diyebiliriz.
 
Nasılki Musa (as)’a ağaçtan ateş şeklinde zat tecellisinde bu¬lunmuş idi. 
(Ta-Ha Suresi 20/11-12) 
 “felemma etaha nudiye ya musa” (11)
“inniy ene rabbüke fah¬la’ na’leyke 
 inneke bi’l vadi’l mukaddesi tuven” (12)
(11) artık ne zaman (vakta) ki etaha/ona/kendisine geldiğinde 
Ya Musa (diye) nida edildi/çağırıldı 
inniy/muhakkak ben ene/benim senin rabbinim
artık ihla et/çıkar senin na’l/ayakkabı nalınlarını 
(12) inneke/muhakkak sen mukaddes vadi ile Tuva
 
 
11. Vaktaki ateşin yanına geldi. Ya Musa!. Diye nida olundu
12. Şüphe yok benim ben senin Rabbinim. İmdi pabuçlarını çıkar. Muhakkak ki sen mübarek bir vâdide Tuvadasın
 
Allah c.c zatiyle her yerde mevcut¬tur fakat tecelli ve mertebelere riayet şarttır.
 
(Necm  Suresi 53/7) 
ve hüve bil ü¬fükıl ala (7) 
(07) ve “hüve” ala/yüce ufuk ile
“O en yüce en yüksek ufukta idi” yani Mertebe-i Cibrilden en yüce ufukta zuhurda idi. Ufuk gözün görebildiği en geniş saha mana aleminin sonsuzluğu Rasulullah’ın ihata utkunun genişliğidir.
 
(Necm  Suresi 53/8) 
sümme dena fetedella (8) 
(08) sonra dena/yaklaştı bu halde tedelli etti/eğildi şarktı tevazu gösterdi 
“Sonra (Ceb¬rail Hz.. Peygambere) yaklaştı ve sarktı”. 
Yani Cebraillik mertebesinden yaklaştı yaklaştı ve sarktı Tenezül etti  
Zati yaşantı ilmini zuhura çıkardı  
İşte o zaman uluhiyyet ile ahadiyyet mertebesi bir birine o kadar yaklaştı ki:
(Necm  Suresi 53/9)
fekane kabe kavseyni ev edna (9) 
(09) bu halde kabe kavseyni/iki (2) yay/aralığı mesafe oldu yahut edna/daha yakın
“Onunki arasındaki mesafe iki yay kadar yahud daha az kaldı”. 
Yani kavs’in 
bir tarafı abdiyyet mertebesi 
bir tarafı uluhiyyet merlehesidir. 
 
İşte bu iki “kavs”i yani iki merte¬beyi 
“kaab”ın’dan “tutma yerinden” tutup kendi varlığında ilk de¬fa cem eden yüce insan Hz Rasulüllahtır. 
Bu iki mertebe bir birine o kadar yakın oldu ki nerde ise birleşeceklerdi fakat özellik¬leri itibariyle iki mertebenin de hakkının korunması lazım gel¬mektedir. 
 
İşte burada ifade edildiği gibi bu alemin dışı/zahiri halk içi/batını ise Hakk’tır ve bir birine o kadar yakındır.
 
İkinci bölümün baş tarafında (19) rakamını (1+9) toplarsak (10) on eder.
On rakamını (10) ( 1 ve 0 ) ayırırsak el¬de bir tane (1) ve bir de (0) kalır demiştik. 
 
 
İşte o sıfırın (0) ortasından bir hat çekersek (0) iki kavs yani kavseyni olur.
 (1) “ahadiyet” mertebesidir. Ahadiyet mertebesinin zuhuru da “uluhiyyet” ve “ab¬diyyet” ile kemale ermiştir ve bu iki kavs bir birinden ayrı şeyler değildir.
 
Mevzuları irfaniyet ile incelediğimiz zaman nasıl derinliği olan bilgiler ortaya çıkmaktadır. Bunun için de başta belirtilen nefs yıldızının sönmesi gerekmekledir.
 
İleride tekrar bu mevzulara dön¬mek üzere bu kadarla bırakıp Mir’acımıza devam edelim.
 
(Necm Suresi 53/10)
fe¬evha ila abdihî ma evha (10)
(10) bu halde abdihî/onun/kendisinin abd/kulu değin/üzre evha/vahyetti-ğini vahyetti
“kuluna verdiği vahy-i verdi”. 
İşte böyle olduğu içindir ki abdine vahy etti yani Hz. Rasulüllaha valıyetti. 
O vahy ettiği şeyler ne idi oraya tekrar döneceğiz.
O kaab-ı kavseyn’de ki olan hadise Cebrail (as)ın yaklaşması sarkması değil; Cebrail (as). görüntüsünde Hz. Allah (c.c)nün zatî zuhurunun meydana gelip “Hakikat-i Muhammed-i” ile ünsiyet kurmasıdır  
ve bu hadise Hz. Rasullullah’da öyle bir olu¬şum meydana getirdi ki
(Necm Suresi 53/11)
ma ke¬zebel fuadü ma rea (11) 
(11) fuad rüyet ettiğini/gördüğünü kezeb/tekzib etmedi/yalanlamadı
 “O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı.” 
O akşam Hz. Rasullullah öyle şeyler gördü ki kalbi onları yalanlamadı. 
 
Ayet-i kerime ne kadar açık ve ne kadar güzel bir müşahede halini ifade etmekte burada dikkat çeken bir özellikte görüşün sa¬dece göz ile olmayıp değişik yollarla da olabildiğidir. Gözden de¬ğil “görme” den bahs edilmektedir. Bu mevzua da tekrar dönece¬ğiz.
 
(Necm Suresi 53/12)
efetümarune¬hü ala ma yera (12)
(12) rüyet edilen/görülen üzerine/karşı efetümarune¬hü/artık onu/kendisini  merey/birbirinizle çekişiyor tartışıyor musunuz
“O’nun gördükleri hakkında kendisiyle tartışacak mısınız? 
Bu ayeti kerime daha sonra Mi’rac hadisesi hakkında inkarcılara bir cevap niteliği taşımaktadır. 
Vukuunda şahid olmadığı bir hadiseyi kişi¬nin inkar etmesi elbetteki mümkün değildir. 
İki kişi düşünelim denize gidiyorlar biri sadece ayaklarını suya sokuyor diğeri ise derinlere dalarak oranın güzelliklerim görüyor inci mercan çıkartıyor dönüşte de anlatıyor. Diğerinin bunları inkar edip onunki çekişmesi her halde makul bir şey olmasa gerektir.
 
 (Necm Suresi 53/13)
ve lekad reahü nezleten uhra (13) 
(13) ve lekad/gerçekten/andolsun uhra/diğer bir daha nuzülde/inişte onu/kendisini rüyet görmüştü
“And olsun o’nu bir inişte daha görmüştü” 
nerede? 
(Necm Suresi 53/14)
ınde sidretil mün¬teha (14)
(14) sidreti’l mün¬teha/sedir ağacı münteha/son/nihayeti indi katı/yanı
“Sidretül-münteha’nın yanında”. *(4)
 
(Necm Suresi 53/15)
ındeha cennetül me’va (15) 
(15) ındeha/onun/kendisinin indi/katı/yanı meva/sığınak/barınak cennetidir
 “Cennet’ül Me’va onun yanındadır”. 
 
(Necm Suresi 53/16)
iz yağşessidrete ma yağşa (16)
(16)  o vakit gaşy/kaplayan bürüyen sidreyi gaşiy ediyor/bürüyordu 
 “Sidreyi kaplayan kaplıyordu” 
(o sidre-yi nasıl gaşy etmek/kaplamak lazımsa öyle gaşy ediyordu) 
 
Şim¬di burada biraz düşünmemiz gerekiyor. 
Biraz evvelki ayette cebrailden bahs ediyor  
fakat sidreyi gaşy etmesi de Cenab-ı Hak’tan bahs ediyor. 
 
*(4) Sidre-ül münteha; Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet hulup kevn alemini hudutlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve peygamherimiz (as)ın Mir’ac gecesi gördüğü uğradığı bir ma¬kam. 
         Sidre ağacı Arabistan kirazı denen bir ağaç. (Yeni lügat sayfa 631)
Bu mevzuların bir biriyle uyum sağlaması gerekmek¬tedir. Demek ki orada gördüğü tekrar Cebrail (as)’in varlığında Hakk’ın varlığından başka bir şeyin olmadığını idrak etmesidir ve Cebrail (as)in varlığında o sidreyi Hakk’ın gaşyetmesi (kaplaması)dır.
 
(Necm Suresi 53/17)
ma za¬ğal basarü ve ma tağa (17) 
(17) meyletmedi/sapmadı/ayrılmadı basar/basir/göz ve taga/haddi/sınırı aşmadı  
“Pey¬gamberin gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı” 
Yani o gece gördüğü olağan üstü hadiseler karşısında şaşırmadı ve bunları anlatırken belirli bir sistem içersinde izah edip sınırı aşmadı  
 
(Necm Suresi 53/18)
lekad rea min ayati rabbihil kübra (18)
(18) lekad/gerçekten/andolsun rabbihi/onun/kendisinin rabbının kübra/en büyük ayat/ayetlerinden  rüyet etti/gördü
“And olsun ki o Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü.”
Görüş! Mir’ac gecesinin en mühim oluşumlarından birincisi Cenab-ı Hakk’ı görüş ve müşahede hususudur. 
Bu babda mevzu ile ilgili tefsir ve kitaplarda değişik yönleriyle çok geniş tafsilat vardır. Ancak izahı uzun sürer araştırıcılar oralara da müraacat edebilir.
 
Yukarıda sıralanan ayetlerin yedisinde görüşlerden bahsedilmektedir. 
- Acaba bu görüşlerle ne kasdedilmekledir.? 
- O gece ger¬çekten Hz. Rasulullah Rabbini mi yoksa ayetlerini mi görmüştür? 
- Ve bu ayet (işaret) diye belirtilen şeyler nelerdi? 
Hz. Rasulüllah Mir’ac gecesi açık olarak “ben Rabbi’mi gördüm ” demiyor ve bunu da aslında zahir olarak söylememesi gerekiyordu. 
 
Açık olarak eğer “ben Rabbi’mi gördüm” demiş olsaydı o zaman ümmetleri ve bizler de “O’nun gördüğü gibi” zannederek kendi hayalimizde şekillendirdiğimiz bir Rabb düşünerek O’nu aramaya başlayacaktık. 
Bu da putperestlik ve hayal perestlikten başka bir şey olmayacaktı.
Bu yolu kapatmak için kendisi açık olarak “Rabbi’mi gördüm” dememiştir.
Nitekim Mertebe-i İseviyetin iyi bilinememesi neticesinde o zümre içinde çok büyük yanlışlıklar ortaya çıkmış  Allah c.c ve İsa (as)  “baba oğul” teması içersinde aslından tamamen uzaklaştırılıp “madde baba-oğul” anlayışına indirilmiştir.
 
Hadiseyi daha geniş manada incelcrsek ayetlerin içersindeki ifadelerde bildirildiği üzere gerek insanlığın genel seyri içersinde Hz. Rasulullah’ın Rabb’ını görmemiş olması mümkün değildir. 
 
An¬cak bu görüş hangi biçimde olmuştur bunu çok iyi anlamamız gerekmekte-dir.
Hz. Rasulüllah’ın zuhurundan gaye Rabb’ını görüp idrak et¬mek ve ehli olanlara da idrak ettirmek içindir. 
İnsan oğlunun bu dünya da ulaşabileceği en üst derece en son menzil Mi’ractır. O da böylece yapılmış oldu.
 
(Necm Suresi 53/18)
lekad rea min ayati rabbihil kübra (18)
(18) lekad/gerçekten/andolsun rabbihi/onun/kendisinin rabbının kübra/en büyük ayat/ayetlerinden  rüyet etti/gördü
“And olsun ki o Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü.”
Bura¬da büyük ayetten maksat ayet (işaret) demek olduğuna göre Cenab-ı Hakk’ın varlığını gördüğünü ayetle yani “işaret” ile bildir¬mek demektir. 
Büyük ayet nedir? 
Kendi varlığının hakikatinin Hakk’ın hakikati olduğunu o akşam en geniş manada anlamasıdır ki bundan büyük ayet yoktur. 
 
Hz. Rasulüllah Rabbini daha evvelce “Ef’al” ve “Esma” Mertebeleri itibariyle müşahede etmişken Mi’rac gecesinden “sıfat” ve “zat” mertclıeleri itibariyle de müşahede ve id¬rak etmiştir.
 
İşte bu oluşum Cebrail (as)ın 
(Alak Suresi 96/1) “İkra” “Oku” emri ile geldiği gün haşlamış ve Mi’rac gecesinde de kemalini bulmuş¬tur. 
Hz. Rasulullah’ın Hira dağında başlayan seyr-i süluku Mi’rac gecesinde kemalini buldu ve “İnsan-ı Kamil” mertebesi ile tahak¬kuk etti. 
 
Ancak bundan sonraki yaşantısında gerek ilahî olgunun kadr ü kıymetini bilmesi ve bildirmesi bakımından ve gerekse bu oluşumu idrak etmesi için bir Kadir gecesi düzenlendi inşallah gelecek bölümde onu da ayrıca inceleyeceğiz.
 
O gece görülen “büyük ayet” yani “ayet-el kübra” başka bir yönden incelendiğinde;
evvelce bahsini ettiğimiz nefs yıldızının sönmesi neticesinde oluşan kemalat ile meseleye bakıp çözmeye çalışmak gerektiğini anlarız. 
 
O kadar kısa bir süre içersinde bu oluşumları yaşayabilmek son derece önemli bir olaydır. 
Adem (as) başlayan insanlığın bütün ömrü bir birine eklense ve hepsi bir kişiye verilse bile yine de oralara gidilip geri dönülmesi imkansız¬dır. 
Fakat Hz. Rasulullah geri döndüğünde henüz daha yatağının bile soğumamış olduğu belirtilmekledir. 
 
 
 
Bu nasıl bir seyr’dir?... 
Mevzu ile ilgili kitaplarda bu akıl dışı bir iştir akıl ile izah edile¬mez denmektedir. 
Doğrudur Akl-ı Cüz bu işi idrak edemez. An¬cak Akl-ı Kül ile mesele izah edilebilir.
 
“Büyük ayet” Hz. Rasullüllah kendisinden mevcud olan “Hakikat-i Muhammedi”yeyi en geniş şekliyle o akşam idrak etmiş ol¬masıdır. 
 
Şimdi bunu şöyle düşünelim: 
Bir tohum bir çekirdek var; o tohumun çekirdeğin içinde kökler gövde dallar yapraklar çi¬çekler meyveler nihayet aynı çekirdek de var. 
Bu nasıl bir hilkat şaheseridir.? iyi düşünelim! 
 
İşte Hz. Rasulüllah’ın yer yüzündeki hali o çekirdek gibidir. Ayrıca her birerlerimizin de hali budur ancak Hz. Rasulüllah’ın hali en kemalli olandır.
 
Şimdi akl-ı selim ile şöyle bir düşünelim: 
O gece içersinde çe¬kirdek açıldı; kök gövde dallar yapraklar çiçekler meyveler ve içinde tekrar çekirdekler meydana geldi. 
Yani o çekirdek bütün safahatını çok kısa bir süre içersinde hep birlikte zuhura getirdi ve bunu idrak etti. 
 
Bu çekirdek “Hakikat-i Muhammed-i” idi. 
Zuhura gelip müşahede eden yönü ise dünyada ki ismi ile “Hz. Muhammed” idi 
ve bu bize “Sidre-i Münteha”da “sidre” ağacı olarak bil¬dirildi. 
Allah-u alem (daha iyisini Allah bilir.)
 
Mi’racın diğer bir yönü olan “tenzih”in izahı; Hz. Rasulüllah’ın göklere seyahat ettiği şeklindedir. 
 
Bu hadisenin her mertebede; o mertebenin yaşamı içersinde izahı vardır. Mühim olanı zat mertebesi itibariyle idrak etmektir. 
 
Çoğunluğun görüşü fiziksel olarak Mescid-i Haram’dan → Mescid-i Aksa’ya gidildiği  
daha sonrasının da mana aleminde cereyan ettiği şeklindedir.
 
Özetlersek iki yönlü bir Mi’rac olgusu düşünebiliriz  
Birincisi zahir ehli için birinin bir yerlere gittiği şeklindedir. 
İkinicisi batın ehli yani arifler için her hangi bir yere gidilmeyip bütün bu olgu¬nun kendi varlığı içersinde oluşumu hadisesidir. 
 
Ancak irfan ehli bu oluşumların iki yönünü de kabul etmektedir. 
Hem gidilen bir mahal vardır ve hemde oluşan bir hal vardır. 
 
 
 
Gonca halinde bir ¬gül düşünelim; 
Mi’rac; bu goncanın çok kısa bir süre içersinde açılıp koku vermesi gibidir. 
Bu oluşum iç bünyenin genişlemesi’dir ve ehli bilir. 
Gül alemlere benzetilirse açılım daha iyi idrak edilir. 
Bir hadis-i Küdsîde 
“ben yerlere göklere sığmam mü’min kulumun kalbine sığarım” ifadesi bu babta çok manidar izah taşı¬maktadır.
 
Ana hatlarıyla bu mevzua baktıktan sonra tekrar incelemeye çalışalım.
İinsanlığın ezeli arzusu olan Cenab-ı Hakk-ı yer yüzünde iken görmek mümkün müdür?.... Yoksa değilmidir? 
 
Bunu daha iyi anlayabilmek için biraz geriye dönüp 
fekane kâbe kavseyni ev edna (9) 
(09) bu halde kabe kavseyni/iki (2) yay/aralığı mesafe oldu yahut edna/daha yakın
“0nunla arasındaki mesafe iki yay kadar yahud dalla az kaldı” bölümüne tekrar kısaca bakalım.
 
Mi’rac hadisesinin başından sonuna kadar Cebrail (as)ı Hz. Rasullullah’ın yanında yer almaktadır. 
Cibril insanda saf aklın tim¬salidir genelde ise “akl-ı küll”ün timsali ve yoğunlaşmış ifadesidir.
 
“İslam İman İhsan İkan” kitabımıza konu ettiğimiz Cibril hadisinin “İhsan” bahsinde; dünyada iken Hakk-ı görmenin kapısı aralanmaktadır. Tafsilat isteyenler orayada bakabilirler.
 
Hz. Rasulüllah kendi cephesinden Hz. Cebrail’i iki (2) defa ger¬çek hüviyeti ile gördüğünü bizlere ulaşan haberlerden bilmekte¬yiz. 
Bu tarz görüntü hiç bir insan ve peygamberlere nasib olma¬mıştır. 
 
Birinci aslî görüntü “hira” dağında ilk ayet geldiği  
ikinci aslî görüntü ise “sidre-i munteha” da Mi’rac gecesi vuku bulmuştur. 
 
Daha evvelce de kısaca bahsettiğimiz ilgili ayetlerde Cebrail (as)’ın şahsında ilahi hakikatlerin zuhuru yani Cenab-ı Hakk’ın za¬ti zuhuru idi. 
Bu oluşum hak cephesinden bakılınca böyle idi  
fa¬kat Hz. Rasullüllah’ın cephesinde ise “Hakikat-i Muhammedi”nin kemali ortaya çıkmış idi aynı zamanda. 
İşle bu da “Kaab-ı Kavseyn”dir. 
 
Hz. Rasulüllah o rnertebeye peygamber olarak kendine has varlığı ile ulaştı orada en geniş şekliyle kendindeki “Hakikat-i Muhammed-i” tarafını idrak etti. 
 
 
Bir taraftan kendindeki “Hakikat-i Muhammedi”  
diğer taraftan Cebrail (as)ın varlığında “Hakikat-i İlahiyye”  
işte orada bir kavsin bir tarafı diğeri öbür tarafı oldu. 
Ve “kaab” tutanda Ahadiyet mertebesi oldu.
Mertebe-i Ahadiyet Uluhiyet ve Abdiyet merlebelerini elinde tutmaktadır. 
 
“Ev edna” hatta daha da yakın olduğu belirtiliyor ama “birleşti” demiyor. 
Eğer “birleşti” derse iki mertebenin de özel¬likleri birleşmiş olur ve o mertebelerin hakikatleri kayb olmuş olur. 
Çünkü “Hakikat-i Muhammed-i” mertebesi ayrı bir mertebe  
“Hakikat-î İlahiye” “Uluhiyet” ayrı bir mertebenin ifadesidir  
bunla¬rın meydana getiricisi de “Ahadiyyet” mertebesidir. 
Orası da kab¬za “kaab” bütün bunları tutan mertebedir.
 
İşte o akşam Hz. Rasulullahın akl-ı şerifleri “abd” kulluk mertebesinin en üst derecesi olan “Hakikat-i Muhammed-i akl’ına” ulaş¬tı. 
İlk ve son defa bütün insanlarda mevcud fakat çok düşük ka¬pasite ile çalışan beyin tam kapasitesi ile çalıştı. 
 
O gecenin hatırına bizlere de son derece geniş kapasiteli beyinler verildi bizler de ne kadar çok beyin kapasitesini genişletirsek Hakikat-i llahîyeyi o derece genişlik ve kemalat içersinde idrak eder ve yaşarız. 
Aksi halde nefs tabiat ve duyguların mahkumu olan akl-ı cüz’imiz ile bu ilahi yaşam ve oluşumları idrak etınemiz ebediyen mümkün olmayacaktır.
 
Tarikat mertebesi itibari ile; “ne var alemde o var Ademde” ki söze bakarak “kaab-ı kavseyn”i kendimizde arayalım. 
İnsanın aynası olan yüzü ve orada bulunan alnında iki kaşı vardır işte bunlar “kasvseyn”dir 
iki kaşın arası ise “kaab”tır 
ve orada bulunan iki ayrı göz; ayrı ayrı gördükleri halde tek görüşe sahiptirler. 
 
Ra¬bıtanın sırrı buradadır. Kendimizi tanımamız yolunda katedeceğimiz küçük mesafeler bizlere çok şeyler kazandıracaktır
 
Mi’racta ilk defa tahakkuk eden “Ruyetullah-ı” daha başka yönleriyle de ele almaya çalışalım.
“İmanın başhca şartı: her nerede olursan ol Cenab-ı Hakk’ın seninle olduğunu bilinendir.” (Hadisi şerif 15) *(5)
 
Kişi bu hakikati bilse de bilmese de bu hakikat mutlak böyledir. Ruyetin başlangıç yaşantılarında son derece önemi olan hakikat-i biraz gayret sarfederek anlamağa çalışmamız bizlere çok şeyler kazandıracaktır. 
 
 
 
 
(Hadid Suresi 57/4 Ayette)
ve hüve me’aküm eynema küntüm
ve “hüve” me’aküm/sizin ile beraber/maiyetiniz
siz eynema/nerede idiniz  
“O sizinle beraberdi siz nerede idiniz”? hitabına bu beraberliği bilenlerin vereceği “yarabbi seninle beraberdik” cevabı ne mutlu bir son olacaktır.
 
“Tefekkür gibi ibadet yoktur” (Hadis-i Şerif 712) *(5)
Bu Hadis-i şerifin özünü çok iyi anlamamız gerekmekledir. 
Ne yazık ki fiilî ibadetleri ibadetin son menzili zannedip sadece şekilleri ile iktifa etmeye çalışıyoruz tefekkürün bizleri nerelere yükselteceği bu Hadis-i Şerif ile çok güzel ifade edilmekledir. 
 
Hz. Mevlana da Mesnevi-i Şerifin 1. inci cildinde 
“arif bir kişi ile bir saat soh¬bet yüz senelik nafile ibadetten hayırlıdır” buyurdular. 
Sakın ha: ibadeti küçük görüyoruz zannetmeyin anlatmak islediğimiz uyuşuk gaflet içinde muhabbetsiz yapılan ibadeti gerçek canlı muhabbetli ve idrakli yapmaya yönetmeğe yardımcı olmağa çalış¬maktır.
 
“Allah nezdinde en mutlunuz onlardır ki sabah ve ak¬şam Allah cemalini görürler bu öyle bir zevktir ki bütün be¬denî zevklere nisbeti bahr-ı muhitin (büyük dış deniz) bir damlaya nispeti gibidir.” (Hadis i Şerif 54) *(6)
 
Müthiş bir ifade yorumunu siz yapın.
“Rabbınızı gördüğünüz zaman onu ay’ı gördüğünüz gibi (aşikar tecelli ettiğim) görürsünüz.” (Hadis-i şerif 55) *(6)
 
“Günahkar olduğun halde Allah’ın cemal tecellisin! gö¬remezsin” (Hadis-i şerif 56) *(6)
 
Günah yükün üstünde olduğu müddetçe Cenab-ı Hakk’ı müşahede etmen mümkün değildir. Al¬lah c.c cümlemizi kurtarsın.
 
“Başta belirtilen yıldızın sönmesidir”
 
“Rabbimi en güzel surette gördüm” (Hadis-i şerif)  *(7) 
“Bir nur gördüm” (Hadis-i Şerif)
İmam-ı Ali’nin 
“la a’büdü rabben lem erahu” 
yani “görme¬diğim Rabbe ibadet etmem” sözü  
irfan ve müşahede ehlinin ger¬çek lıalini çok veciz bir şekilde ifade etmektedir.
 
*(5) “Hadisi şerifler rnevzulara göre” (Hadis-i şerif 15) (Hadis-i şerif 712)
*(6) “Hadis-i Şerifler mevzularına göre”  (Hadis-i Şerif 54 -55-56)
*(7) İslam tarihi Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi S-145
Ehlullah ru’yeti beş şekilde ifade etmişler  *(8)
1. “Ma reeytü şeyen illa rüyetullahu ba’dehu!”
-    “Akabinde Allah-ı görmediğim hiç bir şey yok”
2. “Ma reeytü şe’yen illa rüyetullahi fiyhi!”
-    “Bir şey görmem ki onda Allahı görmüş olmayayım”
3. “Ma reeytü şe’yen illa kablehu”
-    “Her şeyden evvel onu görürüm”
4. “İlla Allah”  
-   “Ancak Allah”
5. “La yeraUahu illa Allah”
-   “Allah-ı ancak Allah görür”  İfadesiyle tarif etmişlerdir. 
Bu tariflerin daha ilerileri de vardır yeri olmadığından bu kadarla iktifa ediyoruz.
 
Hz. Rasullullah “Mescid-i Aksa”ya gelince orada bütün pey¬gamberlerin ruhlarına iki rek’at namaz kıldırdığını bildirmişlerdir *(9). 
 
Bu oluşum kendisinde bütün peygamberlerin makamının mevcud olduğu ve kendi merlebesinin de onların üstünde olduğunu göstermektedir ayrıca onun ümmetinin de diğer ümmetlerden üstün olduğu anlaşılmaktadır.
 
Mi’rac gecesi iki kase geldi; 
birinde süt  
birinde şarap vardı. 
Cebrail (as). “hangisini dilersen iç!” dedi. 
Ben sütü içtim 
Cebrail (as). “Hak teala Hazretleri ümmetine İslamlığı hediye etti.” Dedi. *(10)
Aynı gece “Sidre-tül Münteha”ya vardığım zaman bana üç şey verildi:
- Biri beş vakit namaz *(11)  
- ikincisi Bakara suresinin sonu ve 
- üçüncü olarak da ümmetimin büyük günahları affedildi: 
 
Daha evvelki sayfalarda “Sidre-lül Münteha”dan bahs edilmiş oradan “kuluna nasıl vahy edilmesi lazımsa öyle vahy ettiği” bildirilmişti o şeylerden bir kısmı bunlardır.
 
 
*(8) Muhyiddin-i Arabi  “Lübbül Lüb”  Osmanlıcadan çeviri Necdet Ardıç. Shf  63
*(9) Peygamberler tarihi (Altı Parmak) (S-552)
*(10) Peygamberler tarihi (S-552)
*(11) “Salat Namaz” isimli kitabımızın ilgili bölümünde izah vardır
 
 
 
Peygamberimiz (S.A.V.) Hazretleri 
göklere ve “Sidre’tül Münteha”ya ve cennete geçtiği zaman
Cebrail (as). dedi ki! 
“Ya Rasullüllah : Ben bu mevkiden yukarı çıkamam. Eğer yukarı çıkarsam ARŞ’ın nurundan yanarım. Çünkü bundan ileri geçmeğe senden gayrisine yol yoktur.” *(12)
 
 Çünkü varoluş mertebesi orası olduğundan daha yukarı çıkmaya yolu yoktu. Eğer çıkmış olsaydı kendi ifade¬siyle “yanarım” diyordu yanacaktı yok olacaktı kimliği kaybolacaktı. 
“Yanarım” demesi kendisinden birşey kalmamasıydı  
ama Hz. Rasulüllah “yanarsam ben yanarım” dedi. 
Neden geçebildi oraya?
Çünkü o zat kaynaklı olduğundan onun mertebesi çok da¬ha yukarılara “zat”a kadar dayanıyordu. 
 
İşte aşağıdaki nefs yıldızlığından beşeriyetinden geçti ama hakikatine ulaşmış oldu. 
 
Dolayısıyle Cebrail (as) yukarıya çıkmış olsaydı kimliğini kaybedecekti  
tabii ki bir varlık için kimlik kaybı zor bir şeydir. 
Ama insan Hakk yolunda bu beşeri kimliği atıyor kaybediyor fakat bu sefer hakiki kimliği kendisinde olduğundan o kaybettiğin! çok daha fazlasıyla zuhura çıkarmış oluyor.
 
Sidre-i Müntehaya gelindiği zaman Cebrail (as). 
“Rabbine selam ver” diye işarette bulundu. 
İşte burada Peygamber S.A.V. 
“ettehiyyatü lillahi vesssalavatü vettayyibat” 
yani “oturuşum salavatlarım yaptığım iyi işlerim Allah içindir” diye söyledi.
Bunun üzerine Cenab-ı Hakk! 
“Esselamu aleyke ya eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakatühu” buyurdu. 
Yani “Rahmet ve bere¬ketim senin üzerine olsun ey peygamberim” dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber
“Esselamu eleyna ve ala ibadillahissalihin” 
yani “selamet bizim ve salih kullarının üzerine olsun” dedi. 
Ve bu hadiseye şahid olan melekler de  
“eşhedü enla ilahe illallah 
  ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasulühu” diyerek 
  “kelime-i şehadet”i getirdiler. 
Böylece Hz. Rasullüllah’ın risaleti Melekût aleminde de tasdik edilmiş oldu.
 
 
*(12) Peygamberler tarihi (Altı Parmak) (S-554)
Mi’rac hadisesine kadar kelime-i tevhid 
“lailahe illallah Muhammedin rasulüllah” şeklinde iken  
Meleklerin şehadetiyle
“eşhedü en la ilahe illallah 
 ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasulühu” 
şeklinde dönüşmüştür. 
Çünkü gerçek tamamen ortaya çıkmış ve müşahedeli yaşam başlamıştır. İslamın gayesi de budur: hayal ile değil müşahede ile yaşamaktır.
 
Çok az bir kısmını nakil etmeye çalıştığımız Hz. Rasullüllah’ın Mi’rac hadisesini daha iyi anlayabilmemiz için 
- İdris (as) Mi’racını “yükseltilişini” 
- Musa (as) Mi’racını “mülakatını” ve 
- İsa (as) miracını “göğe alınışı”nı da 
kısaca anlamaya çalışmamız yerinde olacaktır.
İdris (as) Kur’an’ı Keriymin bildirdiği şekliyle Mi’racı “yükseltisi” şöyledir.
(Meryem 19/56-57)
vezkur fiyl kitabi idriyse innehü kane sıddıykan nebiyyen (56)
ve refa’nahü me¬kanen aliyyen (57)
ve zikret/an kitapta/hakkında idrisi innehü/kesin o sıddık/dosdoğru samimi nebiyy idi (56)
ve refa’nahü/onu/kendisini refiğ/yükselttik aliy mekan olarak (57)
“Ey Muhammed! kitap’da idris’e dair söylediklerimizi de an; çünkü o dosdoğru bir peygamberdi. Onu yüce bir yere yüksek¬lik.”
Musa (as)in Mi’racı “Mülakatı” Kuran-ı Keriym’in bildirdiği şek¬liyle şöyle olmuştur:
 (A’raf  Suresi 7/143 ayetinde)
 “ve lemma cae musa limiykatina ve kellemehü rabbühü 
  kale rabbi eri¬niy enzur ileyke kale len teraniy 
  ve la¬kininzur ilel cebeli feinistekarre meka¬nehü 
  fesevfe teraniy 
  felemma tecella rabbühü lil cebeli ce’alehü dekken 
  ve harre musa sa’ıkan 
  felemma efaka ka¬le sübhaneke tübtü ileyke 
  ve ene evvelül mumıniyne”
ve mikatımız/tayin ettiğimiz vakit (ibadet süresi yeri) için
musa cae/geldiğinde/gelince
ve rabbühü/onun/kendisinin rabbi
kellemehü/ona/kendisine kelime ettiğinde/konuşunca  
dedi ki rabbim bana rüyet/göster ki 
sana değin/üzre  nazar edeyim/bakayım
dedi  ki len teraniy/asla beni rüyet edemez/göremezsin
ve lakin/ancak cebel/dağa değin/üzre nazar et/bak 
bu halde meka¬nehü/onun/kendisinin mekan/yerinde eğer karar/sabit/ sakin olur durursa 
artık/bu halde  beni rüyet edecek/göreceksin
bu halde cebel/dağ için/diye rabbühü/onun/kendisinin rabbi  
cella/tecelli ettiğinde/nuru tesir edince 
ce’alehü/onun/kendisini ca’l etti/kıldı dekken/yerle bir ufalandı 
ve saik/ölü/baygın olarak
musa hare/yukardan aşağı düştü yere kapandı
bu halde fevk/iyileştiğinde/ayılınca sen sübhan münehzehsin dedi  
sana değin/üzre tevbe ettim
ve ene/ben müminlerin  evvel/ilkiyim
“Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip Rab¬bi onunla konuşunca 
Musa: Rabbim! Bana Kendini göster. Sana bakayım” dedi. 
Allah: “Sen Beni göremessin ama dağa bak eğer o yerinde kalırsa Sen de Beni göreceksin” buyurdu. 
Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düşdü; ayılınca 
“Ya Rabbi münezzehsin sana tevbe ettim ben inananların il¬kiyim” dedi.
 
İsa (as)in Kur’an-ı Keriym’in bildirdiği şekliyle Mi’racın “göğe alınışı” şöyle olmuştur:
(Ali İmran Suresinde 3/55)
 “iz kalallahü ya ıysa inniy müteveffiyke 
ve rafi’uke ileyye ve mutahhirüke minelleziyne keferu”
vakta/hani ki allah demişti ya isa inniy/muhakkak/kesin benim 
seni müteveff/vefat ettiren öldüren
ve bana değin/üzre (lehime) seni rafi’u/refiğ eden kaldıran
ve küfür/tekfireden zatlardan seni mutahhar/tahir eden temizleyen  
“Allah demişti ki; “Ey İsa! Ben seni cceline yetireceğim (dünyada yaşam süreni tamamlayacağım) seni kendime yükselteceğim in¬kar edenlerden seni tertemiz ayıracağım.”
 
(Nisa Suresi 4/157-158) 
 “ve kavlihim 
 inna katelnel mesiyha ıysebne meryeme resulallahi 
 ve ma kateluhü ve ma salebühü 
 ve lakin şübbihe lehüm ve innelleziynahtelefü fiyhi 
 lefiy şekkin minhü 
 ma lehüm bihî min ılmin illa ittiba ‘azzanni 
 ve ma kateluhü yakıynen” (157)
“bel refe’ahullahü ileyhi ve kanal¬lahü aziyzen hakiymen” (158)
(157) ve onların kavl/sözleridir ki  
allahın resulü ıysebne meryeme mesihi inna/kesin biz katlettik/öldürdük
ve kateluhü/onu/kendisini katl etmediler/öldürmediler
ve salebühü/onu/kendisini asmadılar/çarmıha germediler  
ve lakin lehüm/onlar için (onlara) 
şübbih/teşbih edildi benzetildi (öyle gibi gösterildi)
ve fiyhi/onu/kendisinin hakkında  
inne/kesin ki ihtilaf/muhalefet etden zatlar 
minhü/ondan/kendisinden elbette şek/şüphe içinde
bihî/onun ile (onu) ilimden lehüm/onlar için (onlara) yoktur
illa/sadece zan/sanıya ittiba/tabi etme uyma müstesna
ve yakıyn olarak kateluhü/onu/kendisini katl etmediler/öldürmediler
(158) bel/bilakis/doğrusu onu/kendisini allah refi etti/kaldırdı yükseltti
ve aziz/güçlü hakim/hikmetli allah idi
 “Allah’ın peygamberi “Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düşdükleri şeyde doğrusu şüphededirler bu husustaki bilgileri ancak sanıya uymaktan ibarettir kesin olarak onu öldürmediler bilakis Allah onu kendi kalma yükseltti. Allah güçlüdür Hakim’dir.”
 
Görüldüğü gibi İdris (as)’in sadece göğe alındığı bildirilmekte¬dir. 
 
Musa (as)ın Tur dağında yani dünya üzerinde olan bir müla¬katı vardır.
Ruyet “görüş” dileğinde bulunduğunda; 
“len terani” 
“sen beni göremezsin” hitabına maruz kalmıştır. 
Dağa edilen tecel¬li neticesinde düşüp bayılmıştır. 
 
Hz. Rasullullah’ın ise o gece 
ma ke¬zebel fuadü ma rea (11) 
(11) fuad rüyet ettiğini/gördüğünü kezeb/tekzib etmedi/yalanlamadı
ma za¬ğal basarü ve ma tağa (17) 
(17) meyletmedi/sapmadı/ayrılmadı basar/basir/göz ve taga/haddi/sınırı aşmadı  
“gördüğünü kalbi yalanlamadı”.
“gözü ne şaştı ne de aştı”. 
O kadar harikalar içinde. Kendisinde hiç bir değişiklik olmadı ve aynı gece bütün alemleri seyrederek geri döndü. Ne büyük olu¬şum!..
 
İsa (as) göğe alındı orada ikinci semada kaldı. 
Mertebesi “fe¬na fillah” “Hak’ta fani olmak” olduğundan Allah’ın ilminde belirlenen süre dolduktan sonra Mi’rac’tan (ikinci semadan) geri dönüp “baka billah” haline “Hakta baki olmak” ulaşacaktır ve Şeriat-ı Muhammed-î üzere hüküm edecektir. 
Mehdi (as) ile birlikte dünyaya belirli bir süre düzen verdikten sonra gerçek eceliyle olüp Hz. Peygamberin yanına defn edilecektir. 
 
O da böylece ger¬çek seyr-i sulükunu tamamlamış olacaktır ve bir müddet sonra kıyamet kopacaktır. 
Belirli bir süre sonra insanlığın kıyamet sonrası programı uygulamaya konacaktır.
 
Ümmet-i Muhammed’in Allah’ı müşahedesi mümkün müdür?
(En’am 6/31)
 “kad hasirelleziyne kezzebu bilikaillahi 
gerçekten allah lika/mülaki ile kezzeb/tekzib eden zatlar hasir/hüsran oldular 
“Allah’a mülaki olmayı yalanlayanlar mutlak hüsrandadır.”
 
 
 
 
 
 
 
(En’am 6/52) 
ve la tatrüdilleziyne yed’une rabbehüm 
bil ¬ğadati vel aşiyyi yüriydune vechehü
ve gadat/sabahleyin ve aşiyy/akşamleyin ile
vechehü/onun/kendisinin vecih/yüzünü irade/murad etmede    
kendilerinin rabblerine dua/davet eden zatları tard etme kovma 
“Sabah ve akşam Rablarının vechini/yüzünü görmek için dua edenleri huzurundan kovma”
 
(Bakara 2/115)
 “ve lillahil meşriku vel mağribü 
 feeynema tüvellu fesemme vechullahi” 
ve maşrık/doğu ve mağrib/batı  allah içindir
bu halde eynema/nereye evel eder/dönerseniz 
bu halde allah vechi/yüzü semm/oradadır
“Doğu ve batı Allah’ındır nereye dönerseniz Allah’ın vechi/yüzü oradadır.”
 
(Rad 13/2)
 “yüfassılül ayati le’alleküm bilikai rabbiküm tükınune”
ayetleri fasıllandırıyor belki siz rabbinize lika/mülaki ile ikan/yakıyn edersiniz   
“Allah ayetlerini açıklar umulur ki siz Rabbinize yakıyn olarak mülaki olacağınızı bilesiniz.”
 
(Hadid 57/3) 

“hüvel evvelü vel ahırü vez zahirü vel batınü   
 ve hüve bikülli şey’in aliymün”
“hüve” evvelü ve ahırü ve zahirü ve  batınü”   
 ve “hüve”  bikülli şey’in” külli/her şey ile alim olan
“Evvel ahır zahir batın odur; o her şeyi hakkıyla bilendir.”
 
 
 
 
Zikr 
“la mevcude illa Allah” 
“Mevcud yoktur ancak Allah  vardır.”
 
(Enfal 8/17)
 “ve ma remeyte iz remeyte ve lakinnallahe rema”
 ve vakta ki attığında sen remey/atmadın ve lakin allah remey/attı
“Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı”
 
(Kaf 50/16)
 “ve nahnü akrebü ileyhi min hablil veriydi” 
ve “habli’l veriydi”(habl/damar/şah damarı verid/boyun damarından) 
ileyhi/ona değin/üzre nahnü/biz akreb/daha kurb/yakınız
“Biz ona şah damarından daha yakınız”.
 
(Ahzab33/56)
“innallahe ve melaiketehü yusallune alennebiyyi 
  ya eyyühelleziyne amenu sallu aleyhi ve sellimu tesliymen”
innallahe/kesin allah 
ve melaiketehu/onun/kendisinin melaike melekleri
salle/salavat getirirler nebi üzerine
ya eyyühe/o iman eden zatlar aleyhi/onun/kendisinin üzerine 
sall/salavat getirin ve sellim/selam verin/teslim olan selamet bulun  
 ‘‘Gerçekten Allah ve melekleri Peygamber üzerine Salat ederler Ey iman edenler! Sizde ona salat edin ve gönül¬den teslim olun”
 
(Enbiya 21/107)
 “ve ma erselnake illa rahmeten lil alemiyne” 
ve illa/sadece alemler rahmet için seni ersel/irsal gönderdik 
“Biz seni ancak alemlere rahmed olarak gönder¬dik”
 
(Hadis-ü Küdsi)
“Levlake levlak lema halaktul eflak” 
“Eğer sen olmasaydın olmasaydın bu alemleri halk etmezdim.
 
 
 
(Hadis-i Şerif)
“Men arefe nefsehu fekad arafe Rabbehu” 
“kendi nefsini arif olan/bilen kendisinin Rabbını arif olur/bilir”
 
(Hadis-i Şerif)
“Muti kable en temut”  
“mevt olmadan/ölmeden evvel mevt olunuz”
 
(Zümer 39/9)
 “kul hel yesteviylleziyne ya’lemune velleziyne la ya’lemune
  in¬nema yetezekkerü ulul elbabi
de ki alim/bilenler ve alim olmayan/bilmiyenler  isteva/denk/eşit midir
ancak “ulu’l elbab” (ulu/sahipleri elbab/aklı selim/duru saf kapı   
tezekkür/öğüt alır anlar
“De ki; Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak Kamil akıl sahipleri anlar”
 
(En’am 6/50)
kul hel yestevi’l a’ma ve’l bæsıyrü
de ki ama/kör basir eden/gören  isteva/denk/eşit midir 
“De ki: görenle görmeyen bir olur mu”
 
(İsra 17/72)
 “ve men kane fiy hazihî a’mâ fehüve fiy’l ahıreti a’mâ
ve fiy hazihî/onda/orada ama/kör olan men/kimse   
bu halde “hüve” ahiret içinde ama/kördür
“Kim burada a’ma olup Rabbini görcmezse ahirelle de a’madır!”
 
Ümmet- i Muhammed’in Allah’ı müşahedesi mümkün müdür?
Yukarıda belirtilen ve benzeri bir çok ayet ve hadis bize bu¬nun mümkün olduğunu göstermektedir zaten gaye de budur. 
Adem ile başlayan Allah’ı bilme seyri 
- yavaş yavaş yükselerek Musa (as) “Tenzih” merlebesinde görülmek istendi ise de 
“len terani” 
“sen beni bu mertebede göremezsin” hitabı geldi. 
 
 
 
İsa (as) “Teş¬bih” mertebesinde 
“rafe allahu ileyhi” 
“Allah onu kendi katına yükseltti” buyurdu  
o’da orada kaldı geri dönemedi daha sonra indirileceği evvelce bahs edildi. 
 
Ve işte iki cihan serveri Allah’ın habibi son Peygamberi bir gece “Sübhanellezi esra” ile başlayan muhteşem olguyu habibine hediye etti. 
Allah’ın ezeldeki gayesi kendisinin bilinmesi idi o gece bu bilinç Abdiyyet mcrtebesinden kemalini buldu bütün mertebeleri kendinde topladığından “Tevhid vahdet” meydana geldi ve bütün bu oluşumları ümmetine he¬diye etti. 
Ve ümmetinin belirli gayretleri sonunuda Allah’ı müşa¬hede edebileceklerim ifade etti. 
İslam İnsanlığın kemali. 
Mi’rac da insanın kemalidir. 
Bunun da kemali “kadr” kadrini kıymetini bil¬mektir.
 
Görüş ve Müşhade;
Görüş; Çok yönlü ve idraklere göre değişen bir olaydır. 
Allah-ı Zat-ı mutlak itibariyle görmek “muhaldir” imkansızdır. 
Zat-ı Mukayyed olarak ve Rububiyet mertebesi itibariyle görmek müm-kündür  
ve bu her mertebede ayrı bir oluşum vardır “ef’al” “esma” “sıfat” ve “zat” mertebeleri itibariyle bilinç ve değer yargıları değişik¬lik arz etmektedir. 
Gerçek İslam’ın oldukça zor anlaşılan yönleri¬dir. Geniş İslam kültürü sadece sathî genişleme ile değil onunla birlikte şakulî yükselişle anlaşılabilir. 
 
Arifler “vuslat marifettir” demislerdir. Yani bu oluşumların kemali marifet mertebesidir. 
Bu mertebeye ulaşmamış kimseler bu halleri ezberleyerek öğrenseler dahi yaşamaları mümkün değildir  
“men lem yezuk lem yuğraf” yani “tadan bilir” denmiştir.
Şeriat ve tarikat mertebesinde “tenzih” vardır ilahi varlık öte¬lerdedir görülmez;  bilinir. 
Onun için Musa (as) “len terani” hitabına maruz kaldı. 
 
Hakikat mertebesinde “teşbih” (benzeşme) vardır bu mertebede kulun varlığı yok olur “fena fillah”tır “Hak¬ta fani oluş”  “tükeniş”tir “İsevîyet mertehesi”dir. 
Bu mertebede ku¬lun varlığı olmadığından yine belirli birimsel bir görüş söz konu¬su değildir.
 
Museviyette Allah ötelerdedir görülmez  
İseviyette kul yoktur yine görülmez 
ancak “Marifet” mertebesi itibariyle görüş ve mü¬şahede meydana gelebilmektedir. 
Bu görüş ise ümmet-i Muhammedi’ye has bir görüştür. 
Burada kuldan gören Hakk ve görü¬len de Hakk’tır. Çünkü burası “tevhid” ve “vahdet” makamıdır.
Bu sır ancak efendimizin şahsında Mi’rac gecesi vuku bulup insanlığa hediye edildi. İnsanlığın ulaştığı en üst seviyedir. İşle bu beraberliği tekliği belirtmek için efendimiz Mi’rac’tan döndükten sonra 
“Men reani fekad reel hak” şaheser izahını yaptı  
yani “beni gören Hakk-ı gördü” buyurdu.
İşte bu makam varisi Muhammed-îlerin makamıdır ve Allah-ı her mertebesi itibari ile ancak onlar müşahede ederler. 
Bu hal (Ali İmran 3/18)
 “şehidallahü ennehü la ilahe illa hüve” 
allah şahit/tanık ennehü/kesin o “la ilahe illa hüve”
  
“Allah şahittir ki kendinden başka ilah yoktur” ifade¬siyle Allah’ın kelamında zuhur eder.
 
(Araf 7/1729)
 “ve eşhedehüm ala enfüsihim”
ve onların/kendilerinin enfüs nefisleri üzerine/karşı
 onları/kendilerini şahit/tanık tuttu
“Onlar kendi nefisleri üzerine şahid oldular” ifadesiyle de “abdiyyet-i hakiki” mertebesinden bu yaşam hali ifade edilir.
 
Gerçek yaşamın her mertebede değişiktir ve o mertebenin idrakine göre müşahede hali vardır. 
Bunun dışında görüş beyan edenler vehmî ve hayalî görüşlerini ortaya koymaktadırlar ki burada başta belirtilen kendi yıldız görüşleridir. 
Onların; “gördüm duydum konuştum” dedikleri “Rabb-ı Has”larıdır ki bu da hayal mertebesinde oluşan hayali bir görüştür. Ayırd edilmesi oldukça zordur. Kişiyi saran bu hayalden kurtulmak ancak marifet merte¬besinde bulunan bir kişiye teslim olmak ve hakiki müşahedeye geçmekle mümkün olur.
 
(En’am 6/103)
“la tüdrikühül ebsarü 
  ve hüve yüdri¬kül ebsare ve hüvel latıyfül habiyrü”  buyuruldu.
 
ebsar/basar gözler  tüdrikühü/idrak etmez/algılamaz onu/kendisini  
ve “hüve” idrak eder/algılar ebsar/basar gözleri  
ve “hüve” latif/göze görünmez habir/haberli/haberdardır
“Gözler o’nu göremez o bütün gözleri görür o latiftir haberdardır.” 
 
Birimsel benlikle ve “tenzih” bakışıyla bakan gözler onu göremez ancak o o gözlerden bakarsa herşeyi görür.
 
İşte Hakk-ı görüş ve müşahedenin hali Cibril hadisinde ki 
- “ihsan” *(13) ifadesiyle perdesi aralandı  
 
- “ve ncfahtü” “ben ona nurumdan üfledim” iradesiyle başladı  
- ve Mi’rac hadisesi ile de kemale erdi. 
 
İslam dininin son din; 
Hz. Muhammedin son pey¬gamber çok hamdedici ve “Makam-ı Malımud”un sahibi olması bu sebeptendir. 
 
Ümmetinin veli ve arifleri de bu sırrın zuhur yer¬leridir. 
“Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi sevdim ve bu hal¬kı halk ettim.” Hadisi Küdsisinde belirtilen  
gizli hazine zuhura çıktı ve bilindi müşahede edildi gaye tamamlandı. 
 
Her geçen gün kıyamet yaklaşmaktadır. 
Hadis-i Küdsîde 
“insanın sırrı sırrımdır ve sırrımın sırrıdır” buyruldu. 
 
Muhyiddini Arabi manasında İdris (as)dan kıyametin alametlerinden sorduğunda 
“Ademin halk edilesi kıyamet alametidir.” demiştir  
ve Mi’rac hadisesi ile de insanın dünya üstündeki yaşamı kemale er¬miştir. 
 
Bu oluşumların kıymetini bilmek de Kadir gecesi ile ifade edilen kadir ve kıymet bilmek ile mümkündür.
 
Bu bölümün sonuna geldiğimde de yaşadığım bir şeyi belirtmcden geçemiyeceğim.
 
Mi’rac mevziiıınu oluşturmaya çalışırken 
Tevrat’tan Musa (as)ın İncil’den İsa (as)ın mevzu ile ilgili hallerini almayı da düşünmüştüm fakat öyle bir hal oldu ki onları yazma imkanı bulamadım.
 
Şöyleki: Mevzuu baştan beri yazdığım uçlu kurşun kalem gü¬zel güzel yazmaya devam etti fakat mevzu ile ilgili Tevrat ve İncildeki kısa kısa bilgileri yazmaya haşladığım ilk anda kalemin ucu (çıt) diye kırıldı tesadüftür dedim tekrar yazmaya haşladım iki üç harf yazmadan yine kırıldı tekrar denedim yine yine kırıl-dı.
Daha fazla yazmaya ısrar etmedim ve anladım ki Mevlam bu kitabın içine başka yerden aktarma ve tartışmaya açık bilgileri koymamı istemiyordu.
 
 
*(13) “İslam İman İkan” kitabımızda kısaca bahs edildi